22 Aralık 2009 Salı

godzilla is back




en son eylülde yazdığıma inanamıyorum epey ihmal etmişim... o arada neler neler oldu! isveçe,isviçreye,ispanyaya, arnavutluka, ıraka, sırbistana ve abdye gittim. zaman su gibi aktı ama pek de kolay geçmedi.1-çocuk sahibi olmaktan daha da çok korkuyorum 2-aile ile ilgili daha karamsar fikirler kafama üşüşüyor ama önve Vavien'i izlemek istiyorum. Okuduğuma göre Türk ailesini pek güzel anlatıyor. gidip görmek lazım :)
sırada avatar ve başka dilde aşk da var...

yıllık iznimin bir bölümünü kullanmakta olduğumdan şimdilik bu kadar :)

11 Eylül 2009 Cuma

son şeyler ülkesinde






Bozcaada'da Habbele kumsalındayız. Mısır alıyoruz.Mısırcının yanında terbiyeli, küçük bir kız. "herkesin elinde bu kitap var" "haklısın belki de herkes okuduktan sonra okumalıydım" (afallayınca ancak bu yanıtı buldum) "sen de merak ediyor musun?" "hayır, benim yaşıma göre değil bu kitap". erkekler için basıldığı söylenen gri kapaklı versiyonunu aynı plajda aynı gün gerçekten bir erkek okuyucunun elinde görünce sırıtmama neden olan diyalog.




Bu yaz tatili için son iki yazın şezlong kitaplarını seçmiştim. Kendimce sebeplerim vardı.








Pembe kapaklı Aşk, çünkü Mahrem'den itibaren takip ederken en son Baba ve Piç'te bıraktığım (301'e destek gibi algılamayınız, o kitabı okudum sonrakiler ilgimi çekmedi) Elif Şafak'ı olanca şöhretine rağmen yeniden okumak istedim. Orhan Pamuk'tan Benim Adım Kırmızı'yı hatırlatan kurgusunda belki de hata ederek Mahrem'i aradım, bulamadım. Sebep küçük kızların dikkatini çekecek kadar bütün şezlonglara kıvrılmış olması değil... Kitaplar okunmak için yazılır. Dedim ya Mahrem'i aradım hata ettim.




Diğer kitap Masumiyet Müzesi... Geçen Ekim'de New York'ta beraber kaldığımız Zeynep odada yokken gizli gizli başlamış, bitirememiştim. Sonra kitabı satın almış ama o ara canı sıkkın olan ablama oyalanması için hediye etmiştim. Heyecanla okurken kitabın kahramanının takıntılı aşkı ile darlanma eğilimli kalbim iyice sıkıştı, Nobel ödüllü Orhan Pamuk'u gerçekten sevmediğimi (yazar olarak yoksa nasıl bir insan olduğunu bilmem mümkün değil) fark ettim (bitirme başarısı gösterdiğim diğer kitabı Benim Adım Kırmızı ve kendisini sevmememin de 301'le ilgisi yok!)






Yani damak tadı meselesi ama Oğuz Atay dururken cık cık!








Vee Paul Auster. Başladım ama bitiremedim. In the country of last things, şu sel ve nolacak bu dünyanın hali döneminde sakın okumayın. Daha sakin bir döneme bırakın. İpucu veremem.


Auster'ı bıraktığım gibi Yaşar Kemal'e geçtim. Binboğalar Efsanesine. Olmakla pek övündüğüm Yörüklüğe başlangıç dersi gibi...


kafası karışık genç kadın blogu




Yukarıda gördüğünüz başlığı Özden buldu. Yazdıklarımı özetleyiverdi. Aslında tamamını tanımlamıyor bana kalırsa bu başlık. Yani Afganistan'daki Habibe Kadiri Kız Lisesi'nde neler hissettiğim zihnimde gayet berrak. Hatta o Afgan kızlardan birinin bir gün Ankara'ya geldiğini, benim de destek verdiğimi hayal ediyorum, bir Çalıkuşu öyküsünün karakter oyuncusu olarak... Ama içim darlanıp da kusarcasına yazdıklarımla ilgili haklı diyebilirim. Yazmak hep eşittir kusmak ve rahatlamak bana göre... Beynimi çıkarıp masanın üstüne koyuveriyorum. Ve evet hayatımın belki de en beyin salatası dönemini yaşıyorum. Uğruna deli olduğum çocukluk hayalim olan işi artık ne kadar sevdiğimi sormaya başladım. Belki de hata işte değil bende. Enerjimi, sevgimi idareli kullanmadım, hayatımın tüm merkezi haline getirdim ve artık bunaldım. Bu-nal-dım. Bunalma sırasında arkadaşlığa verdiğim ulvi anlamı da düşünmeye başladım. Aileyi de... Ben ne kadar iyi bir arkadaş ya da iyi bir evlat olabildim bu yıllar boyunca? İşten başka bir şey konuşmaz, başka bir şeyle ilgilenmez, meşgul olduğumda beni oyalayanlara sinir olurken... Ordan oraya kanımın son damlasına kadar atom karınca gibi koştururken... Benim yaşımdaki pek çok insanın göremeyeceği kadar çok ülke gördüm, ama kaçından kendime eziyet haline getirmeden keyif alabildim? Kendime yeni bir hayat kurmanın zamanı geldi diye hissediyorum. Yeni bir başlangıç yapabilirim. Çünkü eskisinden erkenden yoruldum. Sanırım "idareli kullanmaya" hayatımın kalanında dikkat edeceğim. Herkesin kendine ait bir odası olmalı. İş artık sadece para kazandığım yer olmalı. Birgün belki başka bir işe şu anki kadar aşık olabilirim ama önce hayatta başka işler de olduğunu hatırlamalıyım. İnsanlar ne iş olsa yaparım derken bu bir lüks değil mi? Peki hayata bir kez geliyor olmak lüks değil mi? Bakın bu, hayatı seviyor ve ona cesaretle sarılıyorum türü bir geyik değil. Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey sıkıldım, bunaldım, yoruldum.

29 Ağustos 2009 Cumartesi

tatil günlüğü 2






Bozcaada ile ilgili son bir not: traktörle gün batımına gidiniz. Çamlıbağ şarapçılık ücretsiz organizasyon yapıyor ama vakitlice ayarlamalı.
Ve işte Ada fotolarından bazıları...

28 Ağustos 2009 Cuma

Tatil günlüğü 1



dişimden tırnağımdan artırdığım uzun tatilin pratik notlarını aktarma heveslisiyim... biz o notlardan yararlandık tatil iyi geçti. Yazlık öncesi son durak Bozcaada en keyiflisiydi. Otobüsle Çanakkale-Assos(Behramkale)-Bozcaada rotasında ulaşımı minibüslerle sağladık. Valizlere rağmen yorucu değil sakindi... Yalnız kabul etmeliyim, Ömer'in sayesinde.

Assos'tan Bozcaada'ya gidebilmek için önce Ezine'ye gitmeniz, Ezine otogarından Geyikli'ye giderek arabalı vapura binmeniz gerekiyor. (Aynı rota, Çanakkale'den gitmek için de geçerli sanırım)

Biz Geyikli'ye ulaştığımızda vapura iki saat vardı. Üşenmedik denize girdik. Geyikli'de bu kadar serinse Bozcaada'nın durumu kim bilir nasıldır? diye ürpermedim değil... Not: Geyikli'deki kır kahvesinde eğer çok aç değilseniz yemeyin ama valizleri bırakmak için gerekebilir. Mayonuz üzerinizde değilse otoparkın içindeki tuvalette değişeceksiniz mecburen.

Vapur geldi, yukarı konuşlandık ve kısa süre sonra Bozcaada ufukta belirdi. Vapur ücretini giderken değil Ada'dan dönerken ödüyorsunuz.

Bence arabanız varsa da yoksa da en iyisi Ada'nın merkezinde kalmak ama arabanın park sorunu nasıl hallolur onu bilmiyorum. 50 liraya Motorsiklet kiralamak için motor ehliyeti soruyorlar.

Biz merkezdeki Kibele Konukevinde kaldık. Kişibaşı 75 tl ama hani 4-5 kalacaksanız 70'e inebilirler. Ada'nın meşhur Salto domates reçeli ve Kibele'nin sahibesinin elleri ile yaptığı incir reçeli de, akşamüstü çayları da pek lezzetliydi. Temiz ve konforlu bir yer olduğunu rahatlıkla söylerim.

Üstelik harita üzerinde kısa bir Ada brifingi de aldık Kibele'den...

Arabasız ekip olarak dolmuşların gittiği plajlar Habbele, Ayazma ve Sulubahçe'ye takıldık daha çok...

Habbele en güzeli... Ama sahildeki tek işletmenin tekeli can sıkıcı... Onların iki şezlong bir şemsiye için biçtiği 21 liraya yüz vermedik karlı çıktık. Ada spor klübünün şezlong ve şemsiyelerine 7 buçuk lira verdik.

Ama yemek için elimiz mahkum bu açıkgöz tekele kaldık.

Ayazma ve Sulubahçe biribirine yakın... Ayazma kalabalık ama şezlong-şemsiye var. Sulubahçe sakin ama bir şey yok.

Ayazma'daki Vahit'in yerinde peynir ezmeyi tek geçiyorum. Çiğ börek de lezzetli ama diğer favori peynirli patlıcanın, ezme kadar hastası olmadım.

Akvaryum koyu ve diğer koylar için tekne turuna katıldık. Benan Bey ve eşi tek alternatifse de Habbele plajındaki işletme gibi insafsız değiller, kişi başı 35 lira. Yalnız hava uygun değilse yalvarsanız açılmazlar. Tur 15 kişilik. İletişim için aganta.net'e göz atmak yeter.

Benim kişisel Bozcaada özetim: Romantik bir yer olsa da 4 gün yeter. Su gerçekten serin (bırrrr). Evlere bayıldım. Çook esiyor, tam şort üstü sweatshirtlük. Eylül en güzel zamanı diyorlar. Salto'dan domates ve incir reçeli almadan gelmeyin. Şarapçılık yapan aileler var yıllardır. Ataol ve Çamlıbağ iki marka... Şarap uzmanı değilim Ataol'daki beyin neşeli halini sevdim ordan aldım şarapları. Gelincik şerbeti ferahlatıcı. En piyasa yer Polente ama ben kıyıdaki şezlonglara takılmayı tercih ettim.

Lodos'ta sırf meze ve yaş üzüm rakısına takıldık, iki kişi 107 lira hesap geldi. Üstelik porsiyonlar küçüktü. Kalamar dolma güzeldi, ahtapot ızgara orta yollu. Yakamoz'da ortaya güzel bir levrek söyledik, mezelerle 75 lira ödedik.

Favori mekanlarım: Daha içerdeki Şişmanın Yeri'ni (güleryüzlü servis ve içtenlik bir de müzikten etkilendim) ve merkezde kahvenin oralardaki Yeşil köşk köftecisini tek geçerim (amcaların varlığı yeter) üstelik sanırım Ada'daki en ucuz alternatifler.

Dip not: Bir gazetede herkes üzüm ikram ediyor yazmışlardı, kimse üzüm müzüm ikram etmiyor öyle yollarda...

Meraklısına dip not: Sertab Erener, Feridun Düzağaç, Melis Birkan gibi ünlüler de gidiyormuş ama biz kaçırdık!

son not:Alaçatı gibi Bozcaada da popüler oldu belli ki, iyi mi kötü mü bilmem ama bir adanın kalabalık olması tuhaf geliyor bana. Bir dahaki sefere Eylül'de gitmek isterim.

Sonraki bölüm: Bozcaada fotoğrafları, Assos ve Çanakkale notları

3 Ağustos 2009 Pazartesi

dünyanın sonu




Yarından Sonra (The Day After Tomorrow) türü insanların korkularının üstüne oynayan filmler vardır malum. Küresel iklim değişikliği, hortum, tsunami vs vs. Anlamsız sıcakları ve şok eden sel felaketlerini biz de yaşıyoruz,kabul. Yani küçük bir buz kütlesine tutunmuş kutup ayıcıklarını inkar edecek değilim. Esas mesele şu: bazı yerlerde dünyanın sonunun geleceğine inanmıyorum. Yarından sonra NewYork'u bağlar, Tokyo'yu titretir. Ama benim mahallemdeki taksi durağıma, arka sokaktaki otobüs şirketime, kasaba bakkalıma iş-le-mez!

Bir de eski doğu bloku ülkelerine... Nerdeyse 20 yıl geçmiş, Sovyetlerin orağıydı çekiciydi, bayrağıydı, matarasıydı iş yapıyor. Hediyelik eşya satan dükkanların baş köşesinde... Ya bu bir devrin sembolleri tükenmiyor, ya da artık Varşova'da falan seri üretilerek Gomünüzme bir darbe daha indiriliyor.

Avrupa'nın sahneden hiç inmeyen siyasi figürleri de aslında daha farklı bir durumda değil. Bu Avrupa diplomasi çarkından ekmek yemeye devam ediyorlar. Tony Blair misal, adamı ve beyaz dişli geniş gülümseyişini silmek mümkün değil ( ama eminim Putincan ondan daha rahat bir kişiliktir). Ya da Solana ve de teklifsiz ahtapot sarmalayışları. Berlusconi ayrı ve uzuun bir hikaye. Avrupalı parlamenterliği sürekli memuriyete çevirenleri unutmamak lazım, isim verip rencide etmeyelim. Ve sıra Rasmussen'de. 8 yıl Danimarka Başbakanlığı şimdi de en az 4 yıl NATO Genel Sekreterliği... Kim bilir sonra nerelerde?

Yani bana göre AB'nin de NATO'nun da, Kıbrıs meselesinin de ötekinin berikinin de sonu gelmez ya da yenileri çıkıverir. Gazetecisi, siyasetçisi, diplomatı bacasız sanayi şekerim.

not:fotoğraflar Prag'dan

2 Ağustos 2009 Pazar

ben, bizzat kendim ve Condi




eskiden havada gördüğüm her uçağa binip gitmek isterdim. şimdilerde, beni buralarda bırakmak ama yine de uzaklara ışınlanmak istiyorum. Ortadan ikiye ayrılmak gibi... Beden, et kemik kısmı otomatik pilotta buralarda... Bendeniz, bizzat artık her kimsem orda burda.

şahsen kendime gelince, insanoğlu sürprizlerle dolu. Yine de sürprizlere şaşırmak gelmiyor içimden. Bazen bazı şeyleri toprağın derinliklerine kolaycacık gömüverirken bazılarını hiç aklınızdan çıkaramıyorsun. Bacaklarının titremesine, içinin çekilivermesine engel olamıyorsun. Bazen de soğukkanlı bir katil gibi, kurbanını öylece bırakıp gidiyorsun.

Konumuzla ilgisi yok (sahi konu neydi?) ama nedense aklıma geldi. Son birkaç yıldır yıllık iznimin ilk birkaç günü mutlaka işle ilgili kabuslar görür oldum. Hepsi biribirinden absürd.

Sanırım iki sene önceki rüyamda, ABD Dışişleri Bakanı Condoleeza Rice ve o zaman Dışişleri Bakanı olan Abdullah Gül, bizim yazlığın çatı katında çok kritik bir toplantı yapıyorlardı. Ve Condi'ye, kendisi, ülkesi ve vatandaşları hakkında ileri geri konuşurken çok pis yakalanıyordum. Kan ter içinde fırladım tabii yataktan!

ben şahsen bizzat kendimi hiç anlayamıyorum.

not:ömer, blogu takip ettiğini dalga geçerek belli ediyor. Eksik olmasın.

30 Temmuz 2009 Perşembe

aile



bu akşam ailenin- hani sosyal bilgisi ders kitaplarında anne baba ve çocuklardan oluşan toplumun en küçük birimi,çekirdeği- gerçek hayattaki karşılığını bir kez daha gördüm. ve aile bir kez daha hoşuma gitti. Aileyi ergen isyanlarında ve mezuniyet sonrası ilk dönemde pek sevmeyiz. sonra annemiz gibi davranmaya başlayınca dannnkk eder. Bu akşam kalabalık ailemin dar kadrosu ile mini-zirve yaptık. Yedik, içtik, güldük ve kritik yaptık. Yetişkin arkadaşlardık, damarlarımızdan aynı kan grubu akıyordu ve kulağa arabesk gelecek ama o kanı biribirimiz için her durumda akıtabileceğimizi biliyorduk. Akıtmayıp kendimize dikkat etmenin, sağlıklı ve mutlu yaşamanın yine aile için en büyük iyilik olduğunu da... Aile, ufaklıklarla büyüyor. Merak edilenlerin sayısı artıyor. Ailede saygı var, üzerine titremek, kriz dönemlerinde birlik olmak, yargılamadan destek vermek, sinirini biribirinden çıkarmak, hatta orda olmayanı tatlı tatlı çekiştirmek de var... en gerçek klişelerden biri:hayat zor. Ailen olmadan olmaz. Anlamak için 30 yaş şart değil,burnun hafiften sürtülsün yeter.

not:fotoğraflar estonya tallinn'den

29 Temmuz 2009 Çarşamba

sürecek


esasında şöyle bir temiz içimi dökesim var ama belki sonra, tatil için geri sayım başladı. Haftaya Cuma yolcudur Abbas bağlasan durmaz! Tatil iyi gelir diye ummakla birlikte mucize beklentisine girmek istemiyorum. Yine de tatil iyidir, tatil yapınız. Ve bir sonraki sayıda, Şarm-el Şeyh, Sırbistan, korfu ve Portekiz konu başlıkları... Sürecek...

halk düşmanları



johnny dillinger,adamımsın! hatta adam gibi adamsın hahaha!bayılıyorum bu lafa:adam gibi adam... pop-fantezi-arabesk şarkıcıları daha çok sever ve kullanır zaten en çok onlara yakışır. Beyaz atlı prensini arayım derken fazla beklediğini farkedenlerin de savunma mekanizmasıdır: Adam gibi adam arıyorum ben! her neyse konumuza dönelim hatta mümkünse hiç ayrılmayalım. Johnny Depp ve Christian Bale var başrollerde ama tabii ben sinema değil yaprak dökümü-aşk-ı-memnu vs izleyicisi olduğumdan ne anlarım yönetmenden, ilgilenmedim bile! Aa kadın oyuncuyu merak ettim bak, google is God! Esas kızımız Marion Cotillardmış. Edith Piaf'ı canlandırdığı La Vie en Rose ile en iyi kadın oyuncu dalında İngilzce dışında bir dilde rol keserek Akademi ödülünü kazanan ikinci aktrismiş (diğeri Sophia Loren). Ben de sinema yazarı moduna girdim ya bravo. Her neyse Johnny Dillinger vs Melvin Purvis, Kazananı olmayan bir kaçma-kovalamaca içinde. Eski tüfek Charles Winstead rolündeki Stephen Lang, ağır abilerin kralı! Yönetmen Michael Mann'mış imdbye girmişken üşenmedim baktım. Sitede, 7.6 almış Halk Düşmanları (lütfen Bülent Ersoy gibi halk demeyiniz). Halk bu işi biliyor şekerim. Eli yüzü düzgün bir yapım (vaay jargonu kaptım bile) Bende sadece final bölümü için çekilmiş bir film etkisi yarattı ve Johnny Depp şaşkın Karayip Korsanı olarak kalmasın diye... (bu arada karayip korsanları ve buz devri nedense aynı hissi uyandırıyor bende. Scratch ve Korsan Jack Sparrow aynı kişi sanki... her neyse beynimin kıvrımlarında saklanan bütün tuhaflıkları bir avazda öğrenmeyin). Halk Düşmanları izlenesi bir film özellikle Johnny ve son günü için (sinema yazarı sorumluluğu ile filmin sonunu da yumurtladım oh ya)... Sabahın 2si oldu Sibel kaçar (bkz Behlül aşk-ı-memnu hahahahah)
not:ya kendimi neden kelebek-günaydın türevi bir yerden fırlamış gibi hissettim bir an?
not1: bu arada gazete eklerinde carrie bradshaw klonu köşe yazarımsı kızlar nerden, nasıl buluyor bu işi?

7 Temmuz 2009 Salı

notlar


not1: kiev manzaralarının yiğit'le ilgisi yok ama iznini almadan fotosunu koymak istemedim.
not2: blog denilen şey köşe yazısı gibi bir sorumluluk mu? içimi dökmek istediğimde aya uçur beni skati! desem?
not3: tatil planları yapılıyor. Elif'in düğünü 26'sında. üzerimde bir keyif, bir 'hey! rahat ol adamım' halleri var.
not4: maykıl ceksın. deniz seki. münevver. söylenecek ne kaldı? ben eksik kalsam ne olur? Ne söylediğimin ne anlamı var artık?
not5: maykıl ceksın'ı ben böyle, beyaz atletiyle, bembeyaz dişleriyle hatırlamak istiyorum. iç sesimizin 'dur artık, kıvama geldin' dediği noktada.full stop

didikleme





yiğit'le on yılı geride bırakmışız. sıradan bir şey gibi geldi önce, düşündükçe önemini fark ettim. çok kısa bir bölümünde Ankara'daydı geri kalanı biribirimizden ayrı geçti. Kızlar çekiştirildi, erkekler çekiştirildi, yürümeyen ilişkiler masaya yatırıldı. Ortak arkadaşlar çekiştirildi. Akıllar alındı, verildi, taktikler sıralandı. Yaşıtlarımızın çoğu evlendi, 'çoluk çocuğa karıştı'. Bizim gündem maddelerimiz pek değişmedi. Son zirveden çıkan sonuç: didikleme sibel.
Aslında didiklememi istemediği kişi Ömer. Yine de net bir mesaj gibi geldi. Duymam gerekenler Yiğit'in ağzından çıktı: DİDİKLEME SİBEL.

en çok da kendini didikleme...

Saatler süren, çokça sigaranın ve kıkırdamanın eşlik ettiği Zirve'yi garson abimiz kapanış çayıyla harmanlamak istedi. Sanki buyur sen de katıl desek oturuverecek gibiydi. Fark ettik ki arkadaş sevgilinin yerini tutmaz ama sevgili de arkadaş gibi olmaz.

60 yaşımızda da kıkırdamak istiyorum. Hem sevgilimle hem arkadaşlarımla...

Yiğit, Diyarbakır'a gidiyor. 4 yılı orda geçecek, ara sıra Ankara'ya uğrayacak. Gelecek dört yılın gündeminde bakalım neler olacak?

17 Haziran 2009 Çarşamba

kuaför

yeni bir saç modelinin kalbinizdeki sıkışmayı giderme ihtimali nedir? Sıfır. Eğer kötü olmuşsa cendere daha da sıkıştırır üstelik... Bu nedenle yepyeni bir saça bel bağlamayarak akıllılık ettiğimi düşünmekteyim fakat bu akıl kalp sıkışmasına merhem olmuyor.

Kendisine doğan cevap hakkını yine kendine ait tapulu bir blog arazisi edinerek kullanan ve sonrasında buraya bir çivi dahi çakmayan Ömer, kalbimin herşeye sıkıştığını söylyor. Şimdi arazine yeni bir blog ekleyebilirsin Ömercan çünkü bak yine cevap hakkı doğdu!

Ama kalbim hala üstüne tır konmuş gibi...

Tek istediğim ne biliyorum... Akşamüstü güneşi, huzurlu bir balkon... Hayat orda benim için dursun... Dışarıda bir yerde aksın. Ama benim için değil... Benim için yalnızca güneş doğsun, batsın, sonra yine doğsun... Limonata, otis abi. (ortam olmaz, o da bazen kalbimi sıkıştırıyor)

Ömer, nöbetten gelirken Passiflora getirir misin bana?

habibe kadiri

Bu isim Türkiye'de birçoklarına yabancı belki ama uzaklarda, kalbinde herşeye (bu herşeyin içine aklınıza ne gelirse sığdırabilirsiniz)rağmen umut besleyen kız çocukları için umuda açılan kapı demek...

her zamanki gibi sonundan başladım. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, Pakistan ve İslamabad'daydı geçen hafta... ben de... bir hafta daha kalsak bölgede ayak basılmadık yer bırakmayacak gibiydik. İslamabad, Lahor, Mezar-ı Şerif ve ilçeleri,Kabil, Vardak...

İki yıl önce Kabil ve İslamabad'ı görmüştüm. İkinci kez görünce aynı hisler üşüştü yine zihnime... Dünyanın bir köşesindeki birtakım insanların diğerlerinin hayatını nasıl hiç çekinmeden altüst edebildiğine hiç bıkmadan öfkelenebilirim. İran seçimleri- Bush'un Al Gore karşısındaki şaibeli zaferini hatırlattı nedense, Tahran ve Washington'un kaderin aynı cilvesinde buluştukları hissine kapıldım, komplo teorileri üşüştü de üşüştü... hür irademizle tercih yaptığımızı sanarken ne kadar da yanılıyoruz heyhat! her neyse...

Bunların hepsinden önemli olanı Afganistan'ın Cevizcan vilayetinin Akça ilçesi... O ilçedeki Habibe Kadiri Afgan Türk Kız Lisesi... Öğrencileri ve öğretmenleri...
Milli Eğitim Bakanlığına bağlı bu okulun genç kadın öğretmenleri Türkiye sınırları dışında yazıyor kendi Çalıkuşu öykülerini... Kendilerine tahsis edilmiş bir binayı lojman olarak kullanıyor, camları film kaplı araçlarla lojman ve okul arasında bir hayat sürüyorlar. Bir keresinde lojmanları saldırıya uğramış, genç öğretmenlerden biri "kalaşnikof alacağım, biz kendimizi koruruz" deyince Büyükelçilik n'apacağını şaşırmış zar zor yatıştırmış Çalıkuşu'nu...

Kara gözlerinin içi ışıl ışıl parlayan Afgan kızlarına o kadar güzel Türkçe öğretmişler ki... Onlar için Türkiye'den gelen başı açık her genç kız öğretmen... Türkiye'yi tutkuyla merak ediyor, görmeden seviyorlar... Kısa süre önce Türkiye'ye dönen Sibel öğretmenleri oldum hemen... Etrafım sarıldı... Merakla, umutla incelediler durdular. Aman Allah'ım... Biri gazeteci olmak istiyormuş. İngilizce'yi ihmal etme deyip kartımı verdim. Elimden bu kadarı geldi. Hayatımda böyle bir sevgi görmemiştim afalladım. Bu bölgede insan olmak, insanlığının elinden gelmeyenler ve kendi küçük muts,uzlukların için utanç duymak neymiş burda anladım...

Bir de Pakistan'da Şah Mansur kampında... Taliban ve El Kaide bir tarafta Pakistan ordusu diğer tarafta... Arada yerlerinden yurtlarından olmuş 2,6 milyon insan... Yalnız 51 bini kamplarda, diğerleri kendilerine kapılarını açan geleneği güçlü Peştunlara sığınmış... hayat zor mu? Çok istediğiniz gömleği alamıyor musunuz? Gelin Şah Mansur kampında ağırlayalım (!) sizi... Aynı süiti pardon çadırı şanslı beş aileyle paylaşmak ister misiniz?!

Kara gözlü çocuklar... Çadır denizi ve bin türlü acının her türlü kombinasyonu...Hayat en vahşi en yalın haliyle buralarda...



İçinizi açmadıysa yandaki blog'a zaplayın. hep öyle yapmaz mıyız? Şehit haberlerinde, katliam haberlerinde, cinnet haberlerinde hoop Mehmet Ali ile 50 Sarışın'a uçuvermez miyiz? Aslında kimseye kızmaya hakkım yok... bu kadar çaresiz bu kadar cahil olduğum için kendime kızıyorum... Başka milyonlarca şeye kızdığım gibi... Şu dünyada gerçek olan ne biliyor musunuz? Habibe Kadiri kız lisesinin Türk öğretmenleri, Afgan öğrencileri, bir de çadırdaki o kara gözlü ufaklık... Gerisi yalan...

Şimdi sırada Irak var... Gerçeğin çırılçıplak olanı...

3 Haziran 2009 Çarşamba

blank





Yeni Delhi...

Şubat ayında ilkbahar serinliği karşılıyor Yeni Delhi'de... O zamanlar Slumdog modası esmiyor, Benjamin Button gibi olmak (giderek gençleşmek anlamında) magazin kültüründe yerini almamış henüz... Şubat'ta böyleyse diyerek yazın kavurucu nemli sıcağını düşünmek bile istemiyorum... ben ki Adana-Mersin sıcağına oh oh yaksıın diyerek meydan okuma, klimalı ortamlara direnme iddiasındayım (bölgeye eylülden eylüle giderek mağlup olmadığım bir iddia) her neyse...

Kaldığımız otel delhi'nin en havalılarından... hizmet sektöründe saygıda kusur etmeden çalışanların çokluğunu fark etmemek mümkün değil... ingiliz sömürgeciliğine atıfta bulunan bilmiş yorumları yapıştırıveriyor, derhal türkiye ile karşılaştırıyor, bağımsızlığın öneminden dem vuruyoruz. dubai üzerinden 24 saat yol yaptıktan sonra (sormayın neden!) ulaşabildiğim hindistan'dan tac mahal'i dahi göremeden ayrılıyorum. otel odasının televizyonunda bol bol hint dansı seyrediyorum aman yarabbi ne cilveli figürler bunlar! parayı iş merkezi gibi bir yerde, ankara'nın ulus'unu andırıyor ama daha kötü, bozduruyorum. ekip araçta bekliyor.döndüğümde camlar, kapılar kilitlenmiş aracın etrafını onlarca çocuk sarmış para istiyor. cebimizdekileri orda bırakmadan ayrılıyoruz. ama o çocuklardan çok var sokaklarda... rivayet o ki,hindistan'da 70 milyon kişi sokaklarda yaşıyormuş... cık cık Türkiye'nin nüfusu kadar diyen acıma nidaları... kobra hindistan'ın ödüllü birasıymış... otelin diskosuna takıldık bir akşam ve binbir çaba ile dj'in Tarkan çalmasını sağladık. kendimiz çaldık kendimiz oynadık gibi oldu biraz. hani taa hindistan'dayız ya... ve oralarda Tarkan çalıyor. Ama etraftan bir ilgi, flörtöz bir hava, bir şaşırma belirtisi görmeyince bozulduk tabii... çok eğleniyoruz hahahayt havalarda devam ettik... meraklısına not: bol bol üç nokta koyunca daha havalı olduğunu düşünmüyorum yazdıklarımın. alışkanlık, nokta her şeyin sonu geldi hissi yaratıyor. erol taş kahkahalar atarak sonun geldi diyor adeta (ömer de fikir uçuşması var sende diyor) mumbai, bildiğimiz bombay'ı göremediğim için çok üzgünüm, eminim çok daha heyecan vericidir. hani tipik istanbul-ankara, newyork-washington ayrımı gibi...

yeni delhi'de Gandhi'nin vurulduğu eve gittik, ayak izlerini takip ettik... Gandhi de Atatürk gibi geçen yüzyıla ait... iyi-kötü-çirkin farketmez geçen yüzyılın ruhu vardı... nostalji hastası değilim ama peşpeşe gelen felaketler genetik zincirlerde, parmak uçlarında his kaybı yaratıyor sanki... kimsenin sistem denen efendiye şöyle ya da böyle kafa tutası yok... tutarmış gibi yapıp dalgana bak: taktik bu!
geçen yüzyılın son dedeleri castro, arafat ve denktaş... arafat titreyen dudakları ile veda etti, castro ve denktaş'a uzun ömürler...

his kaybı. Bir günü daha sağ salim, karnın tok sırtın pek tamamladıysan; sesini çıkarma, televizyona bak iki saat, sonra kıvrıl yat... şşş, ses etme! işte bu yüzyılın özeti.

yaprak dökümü-aşk-ı memnu



"-Nerden geldiler bu insanlar Behlül? Nasıl girdiler hayatımıza?"

Gözleri yaşlı böyle soruyor Nihal, Adnan Ziyagil'in üzülünce şıppadanak bayılıveren kızı; umutsuzca aşık olduğu Behlül'e...

Necla ile Leyla arasındaki nefreti hayretler ederek izliyoruz... Olur mu hiç kardeşler arasında diye cık cık ayıplayarak... Dalıp gidiyoruz yaprakların nasıl da tek tek dökülüverdiğine...

Çıt çıkmıyor reklam arasına kadar... Bütün sohbet arada... Sohbet konusu da dizinin kritiği zaten...

8'de özet 8 buçukta dizi başlar, 10 buçuk gibi biter... 2 saat uyuştun işte... Firdevs hanımın bu yaşta bunca havalı gardrobuna, Behlül'ün yakışıklılığına bittin, Ferhundeye küfrettin... Kendi yediğin küfürler, işittiğin azarlar siliniverdi... Bihter kadar güzel ve zekisin şimdi...

iki saat uyuştun yeter sana... git yat şimdi...

Nerden geldi bu insanlar Behlül? Nasıl girdiler hayatımıza?

Bazen bu soruyu ben de sormak istiyorum, gözyaşları içinde...

Nerden geldi, kim bu insanlar?

31 Mayıs 2009 Pazar

neden?



Ermenistan'ın leylekleri, İsviçre'nin yeşillikleri derken yeniden Ermenistan'a dönmeden edemedim. Türk dış politikasının son dönem gündemini hatırlattı bana... Fotoğrafta ön planda bir din adamı arka planda uzakta görünen ise Erivan'daki stad... Ermenistan'ın kısa bir özeti gibi... Ve Evet o meşhur stad... 6 Eylül'de Cumhurbaşkanı Gül bu stadda Türkiye-Ermenistan maçını izledi, arkası çorap söküğü gibi geldi. Her ne kadar şu anda bir düğüme takılmış gibi görünse de (o düğümün adı Azerbaycan mı gerçekten?)... Şimdilerde herkes merak ediyor. Obama'nın endişe ile beklenen 24 Nisan açıklamasından önce varlığı resmen açıklanan (Türkiye, bir tür arabulucu İsviçre, ve Ermenistan tarafından) yol haritasında hangi noktaya gelindiğini... Yetkili ağızlar devam eden sürecin hassasiyetinden dem vuruyor, ser verip sır vermiyor ...

Kişisel olarak kafam karışık... Erivan seyahatinin benim için oldukça trajik geçmiş olmasından mıdır (ayrı bir yazının konusu)yoksa Türk dış politikasındaki fair play anlayışının konunun diğer taraflarında da var olup olmadığından duyduğum şüpheden midir bilmiyorum.

Şunu biliyorum. Hani klişe haline gelmiş kalıbı ile söylemek gerekirse, reaktif değil proaktif olmanın önemine inanıyorum. Korkularımız bizi yönetmesin istiyorum. Türk'ün Türk'ten başka bir sürü dostu olsun (yalnız ve güzel ülkem sözüne katılmamak Pollyannalar için bile çok zor).
İnsanlar arasında bir sorun yok doğru yani Yunanistan ya da Ermenistan'a gittiğinizde kimse size elinde bıçakla falan saldırmıyor. Hatta bütün bölgede görebileceğiniz şekilde yardımcı oluyorlar, beraberce ortak yemekleri ortak sözcükleri arayıp buluyorsunuz. Tabii politika konuşmamaya, malum konuları açmamaya özen gösteriyorsunuz. Sorumluluğun eşit paylaşımına inanıyorum. Bu coğrafyada hemen kimse masum değil. Peki neden sadece biz özürdiliyoruz.com?

İpuçlarına 3 yıl kadar önce okuduğum bir kitapta (Dünyada Türk İmgesi-Kitap Yayınevi 2005) rastladım:

"Zira, biz Türk olan, Müslüman olan ve bu coğrafyada doğan, okula başladığı ilk günden itibaren her sabah "Türküm, doğruyum..." şeklinde başlayan ve "varlığım Türk varlığına armağan olsun" diye tamamlanan andı içen ve nihayetinde hançereleri yırtılırcasına "ne mutlu Türküm diyene!" diye haykıran çocuklarımızın tahsil seviyesi arttıkça milliyetleri ile iftihar etmek yerine onu küçüksediklerini üzülerek görüyoruz. Yabancı kültürlerden kendi kültür gelişimleri için, istifadenin ötesinde, onlara teslimiyet psikolojisinin arttığına şahit oluyoruz."

Küçükken-ve hatta büyüdükten sonra- "aa hiç Türk'e benzemiyorsun" dediklerinde, yurtdışında bizi Fransız, İtalyan vs (ama kesinlikle Türk değil) sandıklarında nasıl da gizliden gizliye sevindiğimizi, memlekete döner dönmez sıradan bir olay süsü vermek isteyerek sesimizdeki övünme tonunu kısmaya çalışarak anlattığımızı hatırlayın...

Off neden?

ömer beğenmedi




önce adresiyle ve adıyla dalga geçti, sonra yazdıklarımla... kendimi ilkel hissettim... aslında blog yazmak benim için bir aşama sayılırdı, ankesörlü telefon kullanmakta dahi zorlanan biri olarak... o zaman gel sen de yaz görelim deyince ismini değiştirmeden asla olmaz yanıtını aldım. yine ilkel hissettim... adres değiştirmenin mümkün olmadığını düşündüğümü söyleyince (öyle mi?), yeni bir adres al dedi. oysa hevesle başlamıştım, şimdi çöpe mi atacaktım? Şuna benzer bir diyalogtan sonra arayış içindeyim:

S:sabahın 3'ünde daha iyisini bulamadım
Ö:Tabii çünkü obsesifsin... illa sabahın üçünde bulunmalı o isim ve açılmalı o blog başka türlüsü mümkün değil
S:İyi de o anda yapmak istedim ne var bunda?

(yaklaşık üç saat sonra)

S:Tamam madem beğenmedin, sen bir isim bul
Ö:Şu anda dedin ya hemen üç dakika içinde bulunmalı o isim, yoksa olmaz di mi?
S:Tamam Ben tezcanlı olabilirim ama sen de geniş ötesisin... Her şeye yanıtın "du bakalım"... Off kalbim sıkışıyor yemin ederim... Hani noldu diğer projeler, hiç araştırmadın bile di mi?
Ö:Araştırıyorum, araştırıyorum, merak etme, senin iş kolay
S:....
Ö:Du bakalım...

not: yukarıda fotoğrafın konumuzla ilgisi yok, ha belki sonunda delirmemek için kaçıp huzuru bu isviçre yeşilinde bulurum ...
not:hala ilkel hissediyorum

29 Mayıs 2009 Cuma

cumanın en iyileri








Bu Cuma'nın liste başı Beck... Bana göre tüm zamanların en iyi aşk filmi Sil Baştan (eternal sunshine of the spotless mind)'ın "damar" şarkısı "everbody's gotta learn sometimes"...


Ardından Fairuz geliyor, A'atiny el naya diyor... Lübnan'dan çıkıp Ortadoğu'nun gururu olan bu ses, insanın hücrelerine işliyor.

Liste uzar gider ama ilk üçe, Counting Crows'dan Mr. Jones girer. Lise buhranlarının şarkısı olmaya pek uygun değilse de benim için öyle... her zamanki gibi yanlış hatırlıyor olabilirim ama, Jennifer Aniston'un 1998 tarihli Aşkımın Hedefisin (the object of my affection)filmine baş yapıt muamelesi yapmamın nedenlerinden biri bu şarkıdır (gri kalın bir bulutun arkasındaki ses,ki bu benim hafızam, lunapark sahnesinde çalıyordu diyor) bu sesi doğrulamak ya da yalanlamak isteyenleri durduracak değilim...
Bu şarkı ve bu film: yıllara yaydığım lise drama'mın özeti...

leylekli fotoGraf benden (fotoğrafçılık kursuna gidenler bilir oralarda fotoGraf diyen havalı insanlar vardır, çoğunlukla rak yerine rok diyenlerle benzer bir ekoldendirler. diğer yandan evet biliyorum: eğer bu tip takıntılarımın esiri olmasaydım en azından bir iki şey öğrenir, doğru dürüst fotoGraflar çekerdim) yer erivan yakınlarındaki markara sınır köyü... sınırın diğer tarafı türkiye -hem çok yakın hem çoook uzak. sınır tanımayan leylekler örgütü şu sıralar kim bilir nerde konuşlandı? teşekkürü bir borç bilirim kendilerine, tatsız geçen ermenistan seyahatine neşe kattılar.

28 Mayıs 2009 Perşembe






Fly me to the moon




Let me sing among those stars




Let me see what spring is like




On jupiter and mars

In other words, hold my hand

In other words, baby kiss me

Fill my heart with song

Let me sing for ever more

You are all I long for

All I worship and adore

In other words, please be true

In other words, I love you


Frank Sinatra söylüyor... 20'inci yüzyılın kadife sesi :), cool duruşun kitabını yazan adam... çalkantılı yaşamını beyaz perdeye taşımak için onunki kadar lacivert gözlü bir aktör aranıyormuş. leonardo di caprio'nun adı geçiyor, bir çift lacivert lens işi çözer deniyormuş. Sinatra lacivertini kim tutturur? Benim aklıma-eğer iş lense kaldıysa- stefano accorsi geldi, cahil perilerden bağımsız düşününüz... Var mı başka önerisi olan?


not:frank sinatra'dan daha "serin" bir başlangıç yapamazdım, sabahın3'ü olduğundan mıdır nedir? 29.05.2009