31 Mayıs 2009 Pazar

neden?



Ermenistan'ın leylekleri, İsviçre'nin yeşillikleri derken yeniden Ermenistan'a dönmeden edemedim. Türk dış politikasının son dönem gündemini hatırlattı bana... Fotoğrafta ön planda bir din adamı arka planda uzakta görünen ise Erivan'daki stad... Ermenistan'ın kısa bir özeti gibi... Ve Evet o meşhur stad... 6 Eylül'de Cumhurbaşkanı Gül bu stadda Türkiye-Ermenistan maçını izledi, arkası çorap söküğü gibi geldi. Her ne kadar şu anda bir düğüme takılmış gibi görünse de (o düğümün adı Azerbaycan mı gerçekten?)... Şimdilerde herkes merak ediyor. Obama'nın endişe ile beklenen 24 Nisan açıklamasından önce varlığı resmen açıklanan (Türkiye, bir tür arabulucu İsviçre, ve Ermenistan tarafından) yol haritasında hangi noktaya gelindiğini... Yetkili ağızlar devam eden sürecin hassasiyetinden dem vuruyor, ser verip sır vermiyor ...

Kişisel olarak kafam karışık... Erivan seyahatinin benim için oldukça trajik geçmiş olmasından mıdır (ayrı bir yazının konusu)yoksa Türk dış politikasındaki fair play anlayışının konunun diğer taraflarında da var olup olmadığından duyduğum şüpheden midir bilmiyorum.

Şunu biliyorum. Hani klişe haline gelmiş kalıbı ile söylemek gerekirse, reaktif değil proaktif olmanın önemine inanıyorum. Korkularımız bizi yönetmesin istiyorum. Türk'ün Türk'ten başka bir sürü dostu olsun (yalnız ve güzel ülkem sözüne katılmamak Pollyannalar için bile çok zor).
İnsanlar arasında bir sorun yok doğru yani Yunanistan ya da Ermenistan'a gittiğinizde kimse size elinde bıçakla falan saldırmıyor. Hatta bütün bölgede görebileceğiniz şekilde yardımcı oluyorlar, beraberce ortak yemekleri ortak sözcükleri arayıp buluyorsunuz. Tabii politika konuşmamaya, malum konuları açmamaya özen gösteriyorsunuz. Sorumluluğun eşit paylaşımına inanıyorum. Bu coğrafyada hemen kimse masum değil. Peki neden sadece biz özürdiliyoruz.com?

İpuçlarına 3 yıl kadar önce okuduğum bir kitapta (Dünyada Türk İmgesi-Kitap Yayınevi 2005) rastladım:

"Zira, biz Türk olan, Müslüman olan ve bu coğrafyada doğan, okula başladığı ilk günden itibaren her sabah "Türküm, doğruyum..." şeklinde başlayan ve "varlığım Türk varlığına armağan olsun" diye tamamlanan andı içen ve nihayetinde hançereleri yırtılırcasına "ne mutlu Türküm diyene!" diye haykıran çocuklarımızın tahsil seviyesi arttıkça milliyetleri ile iftihar etmek yerine onu küçüksediklerini üzülerek görüyoruz. Yabancı kültürlerden kendi kültür gelişimleri için, istifadenin ötesinde, onlara teslimiyet psikolojisinin arttığına şahit oluyoruz."

Küçükken-ve hatta büyüdükten sonra- "aa hiç Türk'e benzemiyorsun" dediklerinde, yurtdışında bizi Fransız, İtalyan vs (ama kesinlikle Türk değil) sandıklarında nasıl da gizliden gizliye sevindiğimizi, memlekete döner dönmez sıradan bir olay süsü vermek isteyerek sesimizdeki övünme tonunu kısmaya çalışarak anlattığımızı hatırlayın...

Off neden?

ömer beğenmedi




önce adresiyle ve adıyla dalga geçti, sonra yazdıklarımla... kendimi ilkel hissettim... aslında blog yazmak benim için bir aşama sayılırdı, ankesörlü telefon kullanmakta dahi zorlanan biri olarak... o zaman gel sen de yaz görelim deyince ismini değiştirmeden asla olmaz yanıtını aldım. yine ilkel hissettim... adres değiştirmenin mümkün olmadığını düşündüğümü söyleyince (öyle mi?), yeni bir adres al dedi. oysa hevesle başlamıştım, şimdi çöpe mi atacaktım? Şuna benzer bir diyalogtan sonra arayış içindeyim:

S:sabahın 3'ünde daha iyisini bulamadım
Ö:Tabii çünkü obsesifsin... illa sabahın üçünde bulunmalı o isim ve açılmalı o blog başka türlüsü mümkün değil
S:İyi de o anda yapmak istedim ne var bunda?

(yaklaşık üç saat sonra)

S:Tamam madem beğenmedin, sen bir isim bul
Ö:Şu anda dedin ya hemen üç dakika içinde bulunmalı o isim, yoksa olmaz di mi?
S:Tamam Ben tezcanlı olabilirim ama sen de geniş ötesisin... Her şeye yanıtın "du bakalım"... Off kalbim sıkışıyor yemin ederim... Hani noldu diğer projeler, hiç araştırmadın bile di mi?
Ö:Araştırıyorum, araştırıyorum, merak etme, senin iş kolay
S:....
Ö:Du bakalım...

not: yukarıda fotoğrafın konumuzla ilgisi yok, ha belki sonunda delirmemek için kaçıp huzuru bu isviçre yeşilinde bulurum ...
not:hala ilkel hissediyorum

29 Mayıs 2009 Cuma

cumanın en iyileri








Bu Cuma'nın liste başı Beck... Bana göre tüm zamanların en iyi aşk filmi Sil Baştan (eternal sunshine of the spotless mind)'ın "damar" şarkısı "everbody's gotta learn sometimes"...


Ardından Fairuz geliyor, A'atiny el naya diyor... Lübnan'dan çıkıp Ortadoğu'nun gururu olan bu ses, insanın hücrelerine işliyor.

Liste uzar gider ama ilk üçe, Counting Crows'dan Mr. Jones girer. Lise buhranlarının şarkısı olmaya pek uygun değilse de benim için öyle... her zamanki gibi yanlış hatırlıyor olabilirim ama, Jennifer Aniston'un 1998 tarihli Aşkımın Hedefisin (the object of my affection)filmine baş yapıt muamelesi yapmamın nedenlerinden biri bu şarkıdır (gri kalın bir bulutun arkasındaki ses,ki bu benim hafızam, lunapark sahnesinde çalıyordu diyor) bu sesi doğrulamak ya da yalanlamak isteyenleri durduracak değilim...
Bu şarkı ve bu film: yıllara yaydığım lise drama'mın özeti...

leylekli fotoGraf benden (fotoğrafçılık kursuna gidenler bilir oralarda fotoGraf diyen havalı insanlar vardır, çoğunlukla rak yerine rok diyenlerle benzer bir ekoldendirler. diğer yandan evet biliyorum: eğer bu tip takıntılarımın esiri olmasaydım en azından bir iki şey öğrenir, doğru dürüst fotoGraflar çekerdim) yer erivan yakınlarındaki markara sınır köyü... sınırın diğer tarafı türkiye -hem çok yakın hem çoook uzak. sınır tanımayan leylekler örgütü şu sıralar kim bilir nerde konuşlandı? teşekkürü bir borç bilirim kendilerine, tatsız geçen ermenistan seyahatine neşe kattılar.

28 Mayıs 2009 Perşembe






Fly me to the moon




Let me sing among those stars




Let me see what spring is like




On jupiter and mars

In other words, hold my hand

In other words, baby kiss me

Fill my heart with song

Let me sing for ever more

You are all I long for

All I worship and adore

In other words, please be true

In other words, I love you


Frank Sinatra söylüyor... 20'inci yüzyılın kadife sesi :), cool duruşun kitabını yazan adam... çalkantılı yaşamını beyaz perdeye taşımak için onunki kadar lacivert gözlü bir aktör aranıyormuş. leonardo di caprio'nun adı geçiyor, bir çift lacivert lens işi çözer deniyormuş. Sinatra lacivertini kim tutturur? Benim aklıma-eğer iş lense kaldıysa- stefano accorsi geldi, cahil perilerden bağımsız düşününüz... Var mı başka önerisi olan?


not:frank sinatra'dan daha "serin" bir başlangıç yapamazdım, sabahın3'ü olduğundan mıdır nedir? 29.05.2009