27 Ağustos 2010 Cuma

şundan bundan şurdan burdan şırdan mırdan

first of all, please let me use this opportunity to thank my dear friend elif, who made a comment on my last piece! allahım! elocum teşekkürler, bloguma yorum yaparak sesimi duyan var mı? merakından sıyrılmamı sağladın.

her neyse...

merak ettiğim bir sürü saçma sapan şey var. hani şu türkler uçuyor reklam filmi var ya, oo oooo diye orda türk hava kurumu'nun logosu var ama adı yok. neden?

yazasım hem var hem yok... foto blog yapiim. ilk foto gümüşlük kafe... pek popüler ali rızaya da mimozaya da beş basardı. hem lezzet hem de servis iyi



bodrum kalesi ve sualtı arkeoloji müzesinin bahçesi


kaldığımız yer arion resort

deniz kenarına asansörle iniliyor, asansöre kadar da 100 basamak var. form tutmak için ideal!

ilk kez gittiğim bodrum'un denizi güzel ama kendisi pek cazip gelmedi. şimdilik tatilde benim için en iyi karma bozcaada ve kaş... kaş'ın denizi bozcaada'nın kendisi ile birleşince mükemmel tat! deniz kenarında yaşama hastalığım çok azdı çok...

22 Ağustos 2010 Pazar

top five


yaz sonu itibariyle en çok dinlediklerim:


cybelle - green grass

muse- i belong to you

sertab erener - bu böyle

vega - bu sabahların bir anlamı olmalı

müslüm gürses - nilüfer


bir de ayrı bir zuhal olcay kategorisi var, ruh halime göre zırt pırt geri döndüğüm...


daldan dala atlamak böyle bir şey olsa gerek ama, çok fena başım ağrıyor sanırım sorumlusu dün akşam üstüste izlediğim iki filmden sonuncusu (bkz sayfanın en başındaki foto) couples retreat denen saçmalık! ondan önce izlediğimiz merly streep'in ortayaşkadınlarınavercoşkuyufilmi It's complicated bile -film eleştirmeni ağzı ile söylemek gerekirse- "iyi kotarılmış"!
bu korkunç filmden sonra kendi kendime söz verdim, kafamıboşaltmamlazımaptalbirromantikkomedidenbaşkasınıizlemem diye tutturmak yok! çünkü bu saçmalık nasıl sona erecek diye inat edip filmi sonuna kadar izlemek aptallığı bana bu başağrısına maloldu offff!

sibel'in uçan halısı

bütün o evlilik hengamesini atlattıktan sonra normal hayata döndüm (sayılır). bu süreçte kendimle ilgili çeşit çeşit tespitlerde bulunmadım değil... ama bana en tuhaf geleni, el dokuması halılara olan tutkulu takıntımın su yüzüne çıkmış olması...
iyi bir el dokuması halıyı oturup uzuuun uzuun seyredebilirim(mişim), Afgan halısı görünce nefesim kesilebilir(miş). ha böyle diyorum ama uzman falan diilim daha fenası yarı cahilim. ama öğrenme azmindeyim. halıcılara gidip "anlat abi" diyebilirim. bütün halıcıların ortak yakınması; makina halılarının el dokuması halıların saltanatına son vermiş olması... artık eskisi gibi halılar dokunmuyormuş köylerde... offf tüylerim diken diken oluyor! halı zevki de damak tadı gibi türlü türlü... milaslar çok kaliteli ama benim için çok sakin, antik yörükler de biraz çılgın. şimdilik isim öğrenme aşamasındayım. uşak var, bünyan, yağcı bedirler ve tabii bingo taşpınarlar... uçan bir halım olsa, dolaşsam dursam...



26 Temmuz 2010 Pazartesi

disappointment

Disappointment you shouldn’t have done
You couldn’t have done
You shouldn’t have done
The things you did then
And we could’ve been happy
What a piteous thing, a hideous thing
Was tainted by the rest

But it won’t get any harder
And I hope you’ll find your way again
And it won’t get any higher
But it all boils down to what you did then

In the night we fight, I lied you’re right
It was exactly then
I decided
And drew you out
In the night we fight, I lied you’re right
It was exactly there
I decided

But it won’t be any harder
And I whope you’ll find you way again
And it won’t get any higher
But it over boils down to what you did then
Disappointment

15 Temmuz 2010 Perşembe

Cibelle

green grass
Lay your head where my heart used to be
Hold the earth above me
Lay down in the green grass
Remember when you loved me

Come closer don't be shy
Stand beneath a rainy sky
The moon is over the rise
Think of me as a train goes by

Clear the thistles and brambles
Whistle 'Didn't He Ramble'
Now there's a bubble of me
And it's floating in thee

Stand in the shade of me
Things are now made of me
The weather vane will say
It smells like rain today

God took the stars and he tossed them
Can't tell the birds from the blossoms
You'll never be free of me
He'll make a tree from me

Don't say good bye to me
Describe the sky to me
And if the sky falls, mark my words
We'll catch mocking birds

Lay your head where my heart used to be
Hold the earth above me
Lay down in the green grass
Remember when you loved me
Remember when you loved me
Remember when you loved me

8 Temmuz 2010 Perşembe

londra güncesi

bazı yalanlar güzel, bazı gerçekler acıymış...

youtube'un yasak olmadığı bir yerde, Londra'da sabahın ikisinde Teoman dinliyorum. 100 sterlin bayıldığım odanın bizdeki deyimiyle kotta olduğunu görünce kendimi can havliyle lobiye attım değiştirin bu odayı diye... oda yok yarın değiştirelim yanıtını alınca kös kös claustrophobie kaynağına geri döndüm. gecenin bir vakti dönünce de sızdım kaldım. ve işte ikinciyi geceyi de burda geçiriyorum. londra bende 5 yıl önceki heyecanı estirmedi. sanırım artık sayfiye dinginliği ve ılık rüzgarları olmayan hiçbir yer için kalbim çarpmıyor. ya da belki de her yeri elele tutuştuğum biriyle kudura kudura arşınlamak istiyorum. tabanlarım patlayıncaya kadar, saatlerce yürümem, arka sokaklarda kaybolmam, bilmediğim yönlere giden otobüslere binmem otobüslerden inip metro hatlarında uyuyakalmam gerek. aşık olduğum her şehrin bir fon şarkısı olmalı. ben ortalıkta yokken şehrin fonunda o şarkı çalmalı.

ne londra'nın şarkısını bulabildim ne de aşkımın...


ankara'da bir temmuz akşamı için: pinhani'den yalandan da olsa ne güzel güldün o akşam bana...

ömerle ilk buluşmamız pinhani konserinde olacaktı, olmadı. fenerbahçe ülker-türk telekom maçına rastladı, aylar sonra...

gelidonya fenerinde rakı-meze... sonra mojito akşamı...

ben balarısı gibiydim senden önce bak pervanelere döndüm seni görünce. yana yana kül olsam her an yine de senden ayrılamam yoluna adadım ömrümü ben sensiz olamam bin yıl yaşasam yine sana doyamam bana ellerini ver hayat seni sevince güzel



mürekkep olmak: -den oluşmak (bkz. tdk.org.tr)

4 Temmuz 2010 Pazar

cordoba


Cordoba, bir kadeh kırmızı şarap ve flamenkodan fazlasını vaadediyor.
Ama sadece vaadediyor.
Bir şekilde kesişen yolları birleştirmekten bihaber.
Kesişen yollarda ilerleyenler de Cordoba'nın ruhundan habersiz.
Yeterince arabesk, yeterince acıya dayanıklı değiller...
Cordoba tatlı su aşıklarının yeri değil.

gettin' older


bu fotoğrafı geçen sonbaharda Madrid'de bir kilisenin duvarına saklanarak çektim. bir yandan da sanki onları çekmiyormuş, Madrid sokaklarının hastasıymış gibi aklım sıra çaktırmamaya çalışıyordum. sadece ve sadece yaşlı oldukları için fotoğraflarını çektiklerimi düşünmelerini istemedim. fondaki beyaz arabanın vınnn diye geçerken flu kalması da, vınnn diye geçen hayatın simgesi falan değil uyduruk fotoğraf makinamdan çıkmış bir tesadüf. (fotoğraf sanatında bunun bir adı, tekniği, bir şeyi vardır ama beni aşar)
yaşlı insanlarda içimi höyküre höyküre ağlama isteği ile dolduran bir şey var. bu benim dramatik sopranoluğumdan muhtemelen yoksa bu bankta gördüğünüz iki yaşlı beyefendi, geçen yıllarına acımak yerine gelip geçen kadınların kalçalarına puan veriyormuş gibi duruyor- ki neyse ki önlerinden geçmem gerekmedi.

havadan sudan


yağmura itirazım yok, kuraklık heveslisi de değilim. ama yaz dediğin sarı sıcak olur. kavrulursun, köpüklü dalgaların, şort üstü kot mont dolaşılan serin akşamların hayalini kurarsın. yaz işte, bildiğin yaz. hani? nerde? hala yağmur yağıyor. yağıyor. yağıyor. berrak bir gökyüzü mü? belki güneyde. mevsimler panomu geri istiyorum. ilkbahar yaz-sonbahar kış.

barajlar yüzde yüz dolmuş.iki üç yaz öncesi kuraklık krizini hatırlıyorum. devasa bahçelerini sulayan elçiliklere düşman kesildiğimiz, haber için bidonla su kuyruklarında bekleyenlerin peşine düştüğümüz yaz...


yaz yaz yaz bir kenara yaz bütün sözlerimi, yanılırsam çık karşıma göster kendini. belki zamanla teker teker silinirler aklımdan. anlarsın ki boşuna geçmiş bunca zaman. yaz yaz yaz.


-------

Walking Through The Chaos elif ile cüneyt'in -eloyla cüno'nun blogu da var artık gruplarına isim de bulmuşlar. sorce (yanlış yazmadım, grubun adı sorce) di mi elo?

----------


elo itirafnamemi sevmiş sanırım son dönemde ilk defa evlilik hezeyanlarım dışında bir şeyler yazdığım için...

-----------

hezeyanların birinden ötekine savrulurken hayal kurmaz oldum gibi gelmeye başlamıştı. sonra birden vazgeçilmez hayalimi hatırladım. belki de herkesin hayali. artık urla mı olur bilmem ama geyiğin gırla olduğu (vay vay vay söz oyununa gel gel) deniz kenarı bir yer. yazın iki şort iki tişört bir efil efil elbise, kışın bir polar, iki eşofman altından mürekkep gardrobumla salındığım bir sahil. o sahilde bir dublesini saatlere yaysam da şişede balık olduğum, mezeleri parmak yedirten tahta masalı lokanta. sakin. uzun yaz öğleden sonralarında hafif bir esinti ile kıpraştığını uyku ile uyanıklık arasında gördüğüm tül perdeler gibi huzurlu. basit. en sevdiğim mevsim yaz. saklamıyorum. hayatım yaz gibi geçsin istiyorum. şıpıdık terlik ve hawai gömlek neşesinde, hamak mahmurluğunda. sanki o zaman durmadan defolup gitmek istemezmişim, havada gördüğüm her uçağa iç geçirmezmişim gibi geliyor.


2 Temmuz 2010 Cuma

itirafname

itiraf ediyorum. şöyle öldükten sonra keşfedilen underground kült bir kadın yazar olarak tarihe geçmek isterdim. ama sözünü ettiğim karizma sahipleri her şeyden önce böyle ezik itiraflarda bulunmazlar muhtemelen. benim yaş grubumun okuma damak tadı biraz daha sado-mazoşist loser yazarlara göre ayarlanmış ve sanki artık acı çekmeden yazabilen bir yazar kuşağı var ama keşfetmek gerekiyor. gerçi acılara odaklandığımızdan olsa gerek eskilerle aynı tadı vermez. hatta her yazı dilinin bir dönemi var. ortaokul lise dönemim bir halt anlamadan başladığım ama sonra kendimi alıkoyamadığım Rus yazarlarla geçti. Şimdi iki satır okuyamam onları, üstelik isimlerini dahi hatırlayamıyorum. Sonra Marquez geldi. işi İspanyolca öğrenip Marquez'i kendi dilinden okuma yoluna baş koymaya kadar vardırdım. Tömer'deki İspanyolca hocası ile papaz olmamla bu sevda yarım kaldı. arasıra nükseden Paul Auster düşkünlüğüm var. Baba ve Piç'e kadar Elif Şafak'ı soluksuz okumuşluğum Orhan Pamuk'un bir tek kitabını dahi olsun sonuna kadar okuyabilmek için inatlaşmışlığım da var... Sonra gazete dışında tek satır okumadığım zamanlar.


Yazı ile ilgili kişisel tarihime geçmiş iki başarım var. İlkokulda bir kompozisyon yarışmasında alınan ufak bir derece sonunda sınıfta alkışlanmam bir de üniversitede bir derste sınıfta okuduğum öykücükün kahkahalar arasında alkışlanması... Ha bir de üniversite hocamın yazdığım bir öykünün kurgusuna bakıp bunu kendin bulmuş olamazsın iması ile nerden esinlendiğimi (aşırmanın kibarcası) sorması.

Sorun şu ki, yazı varsa otokontrol olmaz. otokontrol varsa iyi yazamazsın. müthiş cümleler kurabilirsin ama iyi yazamazsın işte. Ve Ortadoğu'da otokontrolden bol bir şey bulamazsın. Hele otokontrolün kol gezdiği orta sınıftansan yazmayı unut. Üstüne bir de kontrol manyaksan en fazla katip olursun ya da bu da çok kitap okuyor denilen eksantrik tip.

yazmak. yazıyorum, yazıyorsun, yazıyor, yazıyoruz, yazıyorsunuz, yazıyorlar.

bana bir mektup yaz. olmadı, send me a post card darling...

27 Haziran 2010 Pazar

and the final countdown




80'lerin sonu Mersin


Burcuların 1'inci kattaki evindeyiz. Burcular bizim apartman komşumuz. Sürekli başı ağrıdığı için kafasının çevresine dolayıp sıkıştırdığı tülbenti ile bütün ağrıları savuşturabileceğini sanan ancak bir türlü kurtulamayan Nezihe teyzelerin üst katında oturuyorlar. İtiraf etmek gerekirse, zillerine basıp basıp kaçarak Nezihe teyzenin baş ağrılarına mütevazı katkılarda bulunuyoruz. Burcu'nun odasında yerde, mesafeli yaklaştığım ve commodore 64 olduğunu sandığım bir cisim var. Sehpanın üzerinde de yurtdışından ve kesinlikle büyülü bir ülkeden gelen küçük televizyon (cehennemin dibi dahi olsa evden uzak ne varsa büyülü gelebilir o sıralar)... Televizyon ekranında uzun saçlı adamlar "and the final countdown" diye bağırıyor. Birazdan kısacık saçlı künyeli oğlanlar "u r in the army now" diyerek derelerden tepelerden cool şekilde atlayıp zıplıyor. (yazanın notu:acı gündeme ilişkin herhangi bir benzetme-ironi-karşılaştırma vb'nin salakça olacağını düşünmekteyim)

Burcu'nun babası odaya giriyor, kızına hadi artık ders çalış derken beni de eve sepetliyor.


haziran 2010 Ankara


suyu çekilmiş zihnimin içinde kronometre işlemeye başladı, and the final countdown... diye bağırıyor. geçen 9 ayı sürekli bir gerisayımla geçirdiğimi fark ediyorum, asla tutsak düşmemeye ant içiyorum. aklıma ilkokul andını bir türlü ezberleyemediğim, okulun önünde şiir okuma sırası bana geldiğinde de tek satır ezberle(ye)meyerek çuvalladığım geliyor. öğretmenimin-adını hatırlayamıyorum-sitem dolu bakışları ve sitem dolu ağzından dolu dolu çıkan sitem dolu cümleleri üzerime çullanıyor. hiçbir b..u hatırla(ya)mayan beynimin iş saçma sapan anılara gelince nasıl bu kadar cevval olduğuna şaşıp kalıyorum her seferinde... Allah'tan anılar galerisinin en kötü örneklerini çabucak silip atıyorum çoğu kez.


asla tutsak düşmemeye, "Türk kızıyım, namusluyum, çalışkanım, yasam: yuvamı kurmak, çocuklar doğurmak, evimi- mikrodalgamı- mutfağımı özümden çok sevmektir" (gerisi nasıldı?) diyerek ant içerken evlilik düşmanı psikolojik harekatçıların hain tuzaklarına düşmemeye de yeminler içiyorum kana kana...


and the final countdown derken checklist yapalım: mahir-osman ve önder ustalara burdan selam eder ellerinden öperim, beni Ömer'den çok kendilerini konuşur ve düşünür hale getirdikleri için...

checklist kalbimi sıkıştırdı vazgeçtim.


dipnot:çocukluk arkadaşım ebuş'um da 6 Ağustos'ta evleniyor!düğününe gidemiyorum-düğüne gelemiyor-hevesim kursağımda kalıyor. yiğit diyarbakır'da gelemiyor, simten çin'de, elo norveç'te :(




21 Haziran 2010 Pazartesi

musik

cuneytcaglayan.com



bu adrese dikkat! cüneyt -elif'in deyişi ile cüno- İstanbul'dan aşkı için Oslo'ya taşınan bir müzisyen. Uğruna Oslo'ya taşınılan aşkın ismi de Elif. Yani benim Elo'm.
Son olarak, Elif'in seslendirdiği ve yanlış hatırlamıyorsam sözlerini yazdığı bir şarkı üzerinde çalışıyorlar. Henüz son halini almadığı için blogda yer veremiyorum. onun yerine cüneyt'in myspace'teki çalışmalarını dinleyebilmeniz için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorum:

myspace.com/caglayancuneyt

20 Haziran 2010 Pazar

new york 2012 august

dear john;

my heart is full of anger and resentment...

offf, birkaç yıl önce izlediğim filmlerden birinin adı "dear john" ve şimdi ben de ona mektup yazıyorum. John'a. sanki bir anlamı varmış, bir şeyleri değiştirebilecekmiş gibi. tahmin ettiğim gibi gelişti olaylar ve fade out oldu. And he disappeared. Peki neden mutlu değilim hala? neden kalbim sıkışıyor ve sigara üstüne sigara yakmak istiyorum? neden kendimi hala ona bağlı hissediyorum? neden? neden? neden? bu kendinden başka kimseyi önemsemeyen şehre geleli bir yıldan fazla zaman oldu. Ölmeye geldim ama yaşıyorum.Şehir de yaşıyor.

Dear John,

Nerdesin? Aradan kaç yıl geçmesi gerekecek? gerçekten birlikte bir şansımız var mı? yoksa her şey yalan mıydı?

Sevgili John

Seni bulmam gerek. Seni bulmam ve yeni bir hayat kurmam gerek.

love&marriage

Önce bazı gerçekleri sıralamakla başlayalım:
-Evlilik denen şeyden ödüm patlıyor. Ve tarih yaklaştıkça panik duygum artıyor. Yorganın altına kaçıp saklanmak istiyorum. Durmadan bu hissi evli birilerine anlatıp, normal di mi?, sizde de vardı di mi? diye sormak istiyorum. Allah'ım keşke peri masallarına inanarak büyüseydim!
-Cesedimin köpekler tarafından bulunup kemirilmesinden korktuğum için evlenmiyorum.
-Karşıma Ömer çıkmasaydı sanırım asla evlenmeye cesaret edemezdim. Korkumu şu anda yatıştıran en önemli şey Ömer'in de benim kadar evlilikten korktuğunu biliyor olmam. O "bir karar verdim ve bunu denemeye değer" diye düşünüyor sanırım.
-Ömer olmadan nefes bile alamam gibi geliyor yani beni "rayda tutan" Ömer. Histerilerimi, takıntılarımı, korkularımı çoğu kez yatıştırmayı biliyor. En büyük korkum şu anda Ömer'siz nefes alamazken birkaç yıl içinde, birlikteyken boğuluyor gibi hissetmemiz. Dahası şimdi artık pılımı pırtımı toplayıp Avustralya'ya falan gidemeyeceğimi bildiğim halde bir gün olur da bunu yapacak cesareti (ve tabii altyapıyı) bulduğumda artık düzen değiştiremeyecek kadar yerleşik hale gelmem. Bir yere kıpırdamadığım halde her an gidebilirim özgürlüğünü yitirecek olmak midemdeki krampları artırıyor. Özetle: yıllardır savunduğum evlilik=end of the story iddiası ile karşıkarşıyayım. Hangi romantik komedi filminde evli bir çiftin aman da ne kadar mutluyuz hali anlatılır? dahası o filmi kim izler? Ya da Bridget Jones'ın biricik aşkına (Mark Darcy miydi?) kavuşup evlendikten sonra bulaşığa yardım etmedin, çöpü dışarı çıkarmadın, beni artık sevmiyorsun, çocukla ilgilen vs vs vs tartışmalarını hangimiz merak ederiz?
-Ve tabii çocuklar. Şu anda çocuk gördüğüm zaman haç ve sarmısaklarla kovalamak istiyorum. Bu fikirden uhrevi bir hormon takviyesi ile kurtulabileceğimi umuyorum.
Daha bir dünya şeyden korkuyorum. Saçma sapan şeylerden şimdi de tartışıyoruz ama uzatmıyoruz geçiyor işte. Ya artık biribirimizi kaybetmekten korkmaz hale gelirsek sırf evlendik diye?
Eeeeh! Bu kadar tırsıyorsan evlenme gitsin diye terslemenin faydası yok. Ömer'den farklı düşünmüyorum: denemeye değer, hiçbir söylediğimi ciddiye almasa da, herhangi bir ciddi konuya konsantre olması imkansıza yakın olsa da umurumda değil. Ömer, şu saçmalıklarla doldurduğum hayatımda benim başıma gelen en iyi şey!
Düğüne bir buçuk aydan az zaman kala... Ustalar, mobilyalar, seramikler arasında bunalırken ve zamanın nasıl geçtiğini anlamazken ruh halimi böyle kayda geçiriyorum.
Gelinliğimi seçtim. Ev tamamlanmak üzere. O evde kendim olmayı, mutlu olmayı umuyorum. Ama itiraf ediyorum ödüm patlıyor. Kendi kendime soruyorum: hangi aşk sonsuza dek sürüyor?

11 Haziran 2010 Cuma

gelinlik



tuhaf bir ruh hali içindeyim. yani bridget jones ya da ally mcbeal gibi -şehirli, okumuş, parasını da kazanıyor oh oh oh!- kategorisinin seçkin örneklerinin bu ruh halini tanımlayacak alt metinlere sahip olduğunu sanmıyorum.


gelinlik provası vardı. burada bir örneğine yer verdiğim tarlatanlarla tanıştım. tüller, danteller, duvaklar, incik boncuklar...

ve kız çocuklarının bilinç dünyası! bilinç altı, üstü, altüst olmuş bilinç.

ilk denediğim: prenses masallarının kostümü! 5 yaşındaki kısacık saçlı sezercik aslan parçası hallerimden bu yana sinir olduğum, gıcık kaptığım, elimin tersi ile ittiğim ne varsa aynadan bana bakıyor. arkamdan uzanan upuzun bir kuyruk yılan dili olmuş beni sokuyor.

tarlatanın içinde şarlatan oldum. uzun topukluların üzerinde dikilmekten mi yoksa kendi peri masalımın kostümünü üzerime geçirmekten mi bilmiyorum, bir parça bacaklarım titredi.

ve kaçınılmaz sonu hatırladım. işte; doğarsın, büyürsün, okullar bitirir, işe girer, birkaç işe yaramaz adam/kadınla çıkar, sonunda -ya şanslısındır doğru her neyse onu bulursun ya da cesedinin köpekler tarafından bulunmasından ölesiye korktuğundan kısmetine razı olur- evlenirsin. çocuk mocuk, yaşlanır, yine şanslıysan fazla çile çekmeden ölürsün.

işte bu kostümle bir level daha geçiyorum.

bunca sivri dile rağmen- itiraf ediyorum-kalbim küt küt attı. ama kendimi huzursuz da hissettim. saçlarını kuleden sarkıtmaya hazırlanan rapunzel gibi görünmekten.

bir keresinde yiğit'e -bu blogun sadık takipçileri kendisini hatırlayacaktır- "amaan yiğit hayat dediğin ne ki? pijamalarını çekip koltuğun karşısına kurulur çekirdek çitlersin" demiştim. evlenince de çekirdeği iki kişi çitliyorsun oluyor bitiyor di mi? di mi? di mi?

6 Haziran 2010 Pazar

marduk




new york ocak 2013


Marduk dünyaya çarpmadı. oysa altı ay önce new york'a gelip yerleşmemin tek sebebiydi. 23 Aralık 2012'de Marduk 3661 yılda bir yaklaştığı dünyaya yeniden yaklaşacak ve kıyamet kopacaktı. Kopmadı.Hiçbir Marduk dünyanın sonu değil, hayat tek hücreli de olsa devam ediyor. Oysa, dünyanın sonunu dünyanın merkezinde karşılamak için gelmiştim buraya. Kendi Marduk'um bana çok önce çarpmıştı. şimdi diğerlerinin felaketini, mahvoluşunu görecektim. Palavra! kaçıp saklanmaya geldim buraya. marduk marduk, içtik içtik, kudurduk.22 Aralık gecesi sığınakta bekledik marduk'u. dünya yokolunca sığınak mığınak kalacakmış gibi. her çeşit delinin yuvası new york'ta marduk'u herkes kendince karşıladı. aralıksız dua mırıldananlar, ağlayanlar, kitap okuyanlar, uyuyanlar, marduk fantazisini hayata geçirmek için azimle sevişenler, bi de benim gibi bakakalanlar...

tıpkı kendi mardukumda yaptığım gibi...bakakaldım. ellerimin arasından kayıp gitti ve ben iyi bir tren izleyicisi gibiydim.


nerdeyse bir ay geçti marduk histerisi artık diniyor. ortaya yeni tarihler atılıyor ama herkes vartayı atlattık havasında, yani kaçınılmaz son artık gelmeyecek hepimiz sonsuza dek mutlu mesut yaşayacağız. öyle olmadı. ölümler, doğumlar kendi döngüsü ile devam etti. herkesin marduku kendineydi.


marduk tantanası da bitti madem? bu şehirde hala ne işim var?

haritaya bakma zamanı geldi.






4 Haziran 2010 Cuma



yaz başı 1995 mersin


bu gerçek değil. biz gerçek değiliz. dans ediyoruz. bize bakıp ne kadar yakıştığımızı söylüyorlar. son dansımız olduğunu bilmiyorlar. apartman boşluğunda bana gitar çaldığın benim sana hayran hayran baktığım, dünyadaki en yetenekli adam olduğunu sandığım ana dönebilsek. o an da gerçek değildi. gerçek olan bir öğleden sonra ağzını açman, o ağızdan dışarı savrulan, kulaklarımdan içeri dolan, kelimelere, cümlelere dönüşen sesler. alçalıp yükselmiyor, aynı gergin mırıltı kurşun askerlere dönüşüp kulaklarımdan beynimin içine doğru uygun adım marş! ilerliyor. hayatımın en gerçek anlarından biri. geri kalanı, öncesi, sonrası kalın bir sis bulutunun ardında.

dans ediyoruz. bayıldığım temiz çamaşır ile sivilce ilacı ve parfüm karışım koku dalgalanarak burun deliklerimden içeri sızıyor. burnumun hafızası zihnimden daha güçlü, burnumun iradesi zihnimden daha zayıf. çoğu kez burnuma yenik düşüyorum.

"bu gerçek değil, biz gerçek değiliz" diyor, daha bir saat önce odaya kapanıp içtiğim köpek öldürenden peltekleşmiş, ağzımdan çıkan sesler. yıllar sonra, artık bir önemi kalmadığında, bunu bana hatırlatıyor, sivilce ilacını formülden çıkaran temiz çamaşır. yıllar, yıllar sonra bir kez daha kurdum aynı cümleyi: "bu gerçek değil."



2010 haziran ankara


elif bana ilham verdi. elif oslo'da.yıllardır uzaktan uzağa devam ediyor ilişkimiz. manejlerden, dil kurslarından, parklardan geçerek geldik. bazen aynı makus kaderi paylaştık bazen de başımıza iyi şeyler geldi. hayatın içinde yuvarlanıp duruyoruz işte. elif bana ilham verdi. paralel hayatlar içinde hem dr jekyll hem de mr hyde olabiliyor madem: Mr Hyde'ı konuştur o çıksın ortaya dedi. aslında demedi de ben böyle yorumladım. Mr Hyde'ımın bir adı yok. gerçek bile değil. ama tamamen gerçekdışı da değil. öykü yazarken konuşanlara isim vermekte zorlanıyorum.hep iç sesi duyuyorum. yani betül merve hale falan demek tuhaf, yapay geliyor. jessica, barbara, sarah da pek komşu kızı sayılmazlar. en azından artık yazdıklarımın suçunu mr. hyde'a atabilirim.


episode two


Yves Tanguy. I Came Like I Promised. Je suis venu comme j'avais promis, Adieu. 1926.

1 Haziran 2010 Salı

episode one in progress

şanghay 2005

"kızım deli misin? bi daha ne zaman Şanghay'a gidicen? Çıkıp dolaşsana!" dedi telefonun diğer ucundaki ses... doğru ya, "bi daha ne zaman gelicem?"

otelin kibrit kutusunu cebime kendimi de otelin dışına sokaklara attım. saat geceyarısına geliyordu nerdeyse... yürüdüm yürüdüm yürüdüm yürüdüm. dümdüz, hiçbir yere sapmadan. birkaç gün önce sabahlara kadar ağlayan ben miydim? yola çıkmadan hemen önce mide ağrıları içinde kıvranan?
ellerim ceplerimde. hava olması gerektiği kadar serin. yollar olması gerektiği kadar ıssız. yürüdüm. New York'u andıran ışıklı caddelerin arkalarında böcek ve yağ kokan tek göz barakalar. hiçbir yere sapmadan dümdüz yürüdüm. böylece kaybolmam sanıyordum. yoruldum kayboldum. bütün evler, bütün yüzler biribirine benziyor. İstanbul'da olsam daha çok korkardım. Korkmadım. Yoruldum. Taksi buldum. bağırınca beni daha iyi anlar sanarak (evet Türk'üm) bağıra bağıra oteli tarif etmeye çalıştım. yoruldum. otelin kibrit kutusunu şoföre gösterdim. Otelin önünde indim. "bir daha ne zaman gidicen kızım?"
batmakta olan gemide ağırlık barındırmıyorum. tüm yükler birer birer atılıyor. ne çok ağlamıştım sahi. kimdi? nedendi? hiiiç hatırlamıyorum. ama sonra çook ağladım.
ağladım. unuttum.ağladım unuttum. ağladım unuttum. otelin adı neydi? unuttum.
Şanghay'a bir daha mı gidicem? gitmedim.

tdk.gov.tr:
aşk: Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor

30 Mayıs 2010 Pazar

episode one




love   /lʌv/ Show Spelled [luhv] Show IPA noun, verb,loved, lov·ing.
–noun
1.a profoundly tender, passionate affection for another person.
2.a feeling of warm personal attachment or deep affection, as for a parent, child, or friend.
3.sexual passion or desire.
4.a person toward whom love is felt; beloved person; sweetheart.
5.(used in direct address as a term of endearment, affection, or the like): Would you like to see a movie, love?
6.a love affair; an intensely amorous incident; amour.
7.sexual intercourse; copulation.
8.(initial capital letter) a personification of sexual affection, as Eros or Cupid.
9.affectionate concern for the well-being of others: the love of one's neighbor.
10.strong predilection, enthusiasm, or liking for anything: her love of books.
11.the object or thing so liked: The theater was her great love.
12.the benevolent affection of god for His creatures, or the reverent affection due from them to God.
13.Chiefly Tennis. a score of zero; nothing.
14.a word formerly used in communications to represent the letter L.
–verb (used with object)
15.to have love or affection for: All her pupils love her.
16.to have a profoundly tender, passionate affection for (another person).
17.to have a strong liking for; take great pleasure in: to love music.
18.to need or require; benefit greatly from: Plants love sunlight.
19.to embrace and kiss (someone), as a lover.
20.to have sexual intercourse with.
–verb (used without object)
21.to have love or affection for another person; be in love.
—Verb phrase
22.love up, to hug and cuddle: She loves him up every chance she gets.
—Idioms
23.for love,
a.out of affection or liking; for pleasure.
b.without compensation; gratuitously: He took care of the poor for love.
24.for the love of, in consideration of; for the sake of: For the love of mercy, stop that noise.
25.in love, infused with or feeling deep affection or passion: a youth always in love.
26.in love with, feeling deep affection or passion for (a person, idea, occupation, etc.); enamored of: in love with the girl next door; in love with one's work.
27.make love,
a.to embrace and kiss as lovers.
b.to engage in sexual activity.
28.no love lost, dislike; animosity: There was no love lost between the two brothers.
Use love in a Sentence
See images of love
Search love on the Web

--------------------------------------------------------------------------------

Origin:
bef. 900; (n.) ME; OE lufu, c. OFris luve, OHG luba, Goth lubō; (v.) ME lov(i)en, OE lufian; c. OFris luvia, OHG lubōn to love, L lubēre (later libēre) to be pleasing; akin to lief

—Related forms
outlove, verb (used with object),-loved, -lov·ing.
o·ver·love, verb,-loved, -lov·ing.


—Synonyms
1. tenderness, fondness, predilection, warmth, passion, adoration. 1, 2. Love, affection, devotion all mean a deep and enduring emotional regard, usually for another person. Love may apply to various kinds of regard: the charity of the Creator, reverent adoration toward God or toward a person, the relation of parent and child, the regard of friends for each other, romantic feelings for another person, etc. Affection is a fondness for others that is enduring and tender, but calm. Devotion is an intense love and steadfast, enduring loyalty to a person; it may also imply consecration to a cause. 2. liking, inclination, regard, friendliness. 15. like. 16. adore, adulate, worship.


—Antonyms
1, 2. hatred, dislike. 15, 16. detest, hate.

26 Mayıs 2010 Çarşamba






Madrid'de bir çatıkatında yaşıyor olsam. Kapıda scooter, flörtöz ihtiyarların tatlı tatlı kur yaptığı bir mahalle barına arada takılsam. Hayatta yapmayı en çok sevdiği şeyden para kazanabilen şanslı azınlıktan olsam. Kendimi yeryüzünde yaşayan en özgür-dolayısıyla en mutlu- insan gibi hissetsem. Sanki tek eksik köşeyi dönünce karşıma çıkıverecek büyük aşk gibi. Tamam boşluğu dolduralım hayatımın aşkını da bulmuş olalım. Ooo tam bir romantik komedi senaryosu. Steril. Neydi Jim Carrey'nin filminin adı, hah yaşasın Google! Truman Show!Gerçek olamayacak kadar mükemmel. Yani huzursuz edici... Bütün bu mükemmelliği kaybetmeyi göze alabilecek kadar özgür müsün/aptal mısın? Şükretmekle razı olmak arasındaki fark nedir?

Herhangi bir entellektüel tespit yapamayacak, teorilerimi sağlam bir temele oturtamayacak kadar cahilim. Bir gün gelecek, dünya üzerinde yazılmış bütün kitapları hatmedeceğim, o zamana kadar... aklıma geleni yazarım. ben buna üst/orta sınıf garanticiliği derim. Her zaman yeniden başlayacak kadar tuzu kuru ya da kaybedecek bir şeyi olmayanlar gibi gözükara değilsen hiç ağlama... Yani sen tek kelime İngilizce bilmeden New York'ta küçük çaplı bir krallık kuracak adam değilsin... Ödün patlar kredi kartına 10 taksitle aldığın, küçük bir servet eden X-her neyse zarar görecek diye... Hele bir de aile kurarsan bittin. Bir yandan bütün bunları- orta sınıf arabanı ya da sana lüksü hissettiren herhangi bir şeyini- yitirmekten korkarsın. Diğer yandan huzursuz olursun hiçbir manevra alanın olmamasından. Hep parçalı bulutlu, arafta dolaşırsın, gitmek ister gibi yapar hiçbir yere kıpırdayamazsın.

------

Aslında bugün inanç hakkında yazmak gelmişti içimden. Sıkı sıkı tutunduğum maneviyatımın nasıl rengi atmış bir tişört gibi solduğundan, bundan duyduğum huzursuzluktan sözedecektim. Kendimi bildim bileli - ki bu bizimkiler tv seyrederken uyuyakalmış numarası yaparak onları dinlediğim ilkokul dönemlerine kadar gider- dünyanın en inançlı insanı gibi hissederim. içimi bu kadar rahat dökebildiğim, dev aynasında vicdanımı bu kadar çıplak görebildiğim başka kim var? bana hayatta bu kadar yakın kim var? bana Şah damarımdan daha yakın olan kim? (not düşmekte fayda var teoloji bilgim de diğer konulardaki bilgimden daha fazla değil!)

Bunları yazmayı aklımdan geçirirken gözüm BBC World'de, namaz kılan Afganlara takılıyor. Soruyorum: inanç mı? beni görseler ateşlere atarlar gibi geliyor. Gene de en az onlar kadar hatta daha inançlı hissetmeme engel olamıyorlar. Ama onların hatta onlardan daha sakin türevlerinin engel olduğu bir şey var bugünlerde: eskisi kadar teklifsiz, kendi vicdanımın sesi olarak konuşamıyorum O'nunla. Sanki dipsiz, suyu çekilmiş bir kuyu gibi sesi kesilmiş iç sesimin, belki de çok gürültü var dışarıda, iç sesi duymak imkansız olmuş. yani... biraz sessizlik lütfen... duyamıyorum.

17 Mayıs 2010 Pazartesi











google'dan kendi blogum için arama verdim. Allah'ım ne kadar sıkıcı görünüyor. kuğu resimleri. milattan öncenin şarkı sözleri falan. off! daha eğlenceli olmak istedim. kendim ve 6 kişiden oluşan okurlarım için! sansür olunca eğlence de olmuyor yahu. siyaseten doğruluk vayys! yeraltına mı insem? şöyle paralel hayatlar, kaçma kovalamaca, gündüz güzeli fentezileri şşşş, ya da gündüz memur geceleri sayko hesabı... kısacası arada bunaldıkça sığınabilirim ama genel olarak under construction...
ve bu fotolar da son çırpınışlar

brezilya dizisi

bir güz başı (brezilya dolaylarında-bizim buralarda ilkbahar) bütün bir öğleden sonra kuğu olduğunu sandığım bu arkadaşların fotoğraflarını çekme lüksüne sahip olduğum için mutluyum. önce kimse yoktu. aslında biri vardı. kalabalık içinde yalnızım diye kederlenen bir tanesi salak salak etrafına bakındı. sonra kalabalığa daldı. ordan kendine manita yaptı. bir süre takıldılar. Veee ciao bella! kısa metrajlı brezilya dizimin adı gölde aşk!



IBIRAPUERA PARKI -SAO PAULO

PERFECT DAY

Just a perfect day

drink Sangria in the park

And then later when it gets dark,

we go home

Just a perfect day

feed animals in the zoo

Then later a movie, too, and then home

Oh, it's such a perfect day

I'm glad I spend it with you

Oh, such a perfect day

You just keep me hanging on

You just keep me hanging on

Just a perfect day problems all left alone

Weekenders on our own it's such fun

Just a perfect day

you made me forget myself

I thought I was someone else, someone good

Oh, it's such a perfect day

I'm glad I spent it with you

Oh, such a perfect day

You just keep me hanging on

You just keep me hanging on

You're going to reap just what you sow

You're going to reap just what you sow

You're going to reap just what you sow

You're going to reap just what you sow

16 Mayıs 2010 Pazar




amerika birleşik devletleri
bm güvenlik konseyi'nde ise Brezilya da olmalı. brezilya daimi üye olursa Türkiye neden olmasın? yani kimse kusura bakmasın ama güvenlik konseyi de pek öyle ahım şahım bir yer değil. new york'taki binada boruları fareler kemirmiş diye yenilemeye gitmişler artık bm'nin laz müteahhitleri kimlerse bunları bir güzel kafakola almış. yenileme demeye bin şahit. brezilya'yı sambacılarından, futbolundan, riosundan, graffitili duvarlarından ötürü kayırıyor değilim. hatta başkent brasilia'nın sterilliği içimi baydı fotoğraf bile çekesim gelmedi. ban ki mooncuğuma biraz kur yaptım beni de bm'de işe alsın diye ama ohoooo ne torpiller dönüyormuş meğer! ne diyordum? reform şart ama zor, kimse ayrıcalığından vazgeçmek istemiyor. oysa daha çok sese ihtiyaç var. bütün pazarlıklar o kameraların karşısındaki devasa odanın yanında fare kapanı gibi kalan yerde ve öncesinde geçiyor. çoraplar oralarda örülüyor kimi zaman (şimdi geçici de olsa türkiye de bmgk'da haksızlık etmek istemem herkes pek bir övüyor performansımızı yani türk'ün türk'e propagandası olmaktan çıkmış çoktan) ve işte daha az çorap örülüp daha adil daha güvenli bir ortam için önce şu fare kapanlarını kaldırmak, halkayı genişletmek lazım sanki. türkiye de daimi üye olmalı mesela, ya da her bmgk üyesinin hakkı eşit olmalı, hepimiz eşitiz ama biz daha eşitiz anlayışı kalkmalı. kıbrıs kararları rus inadına takılmamalı mesela...

en tuhafı ben burda pijamalarımla ahkam kesiyorum. kravatlı adamlar, tayyörlü hanımlar, bm koridorlarında koşuşturuyor. sonra bm'de mesai bitiyor, onlar da pijamalarını giyiyor. ne bilim şöyle mideleri eziliyor biraz gece kalkıp bir şeyler atıştırıyorlar falan. işte çoluk çocukları sevdikleri oluyor. sonra sabah oluyor, pijamalar çıkıyor laciler çekiliyor ciddi ciddi. hoop bir imza: ırak'ta kimyasal silah var tu kaka sonra aaa yokmuş.

off niyetim aşk meşk çoluk çocuk yazmaktı neyse coming soon...

let's fall in love



I have a feeling, it's a feeling,
I'm concealing, I don't know why
It's just a mental, sentimental alibi

But I adore you
So strong for you
Why go on stalling
I am falling
Our love is calling
Why be shy?

Let's fall in love
Why shouldn't we fall in love?
Our hearts are made of it
Let's take a chance
Why be afraid of it

Let's close our eyes and make our own paradise
Little we know of it, still we can try
To make a go of it

ELLA FITZGERALD'DAN DİNLEYİNİZ
We might have an end for each other
To be or not be
Let our hearts discover

Let's fall in love
Why shouldn't we fall in love
Now is the time for it, while we are young
Let's fall in love

We might have and end for each other
To be or not be
Let our hearts discover

Let's fall in love
Why shouldn't we fall in love?
Now is the time for it, while we are young
Let's fall in love

---------
FRANK SINATRA'DAN ŞAŞMAYINIZ

Fly me to the moon
Let me sing among those stars
Let me see what spring is like
On jupiter and mars
In other words, hold my hand
In other words, baby kiss me
Fill my heart with song
Let me sing for ever more
You are all I long for
All I worship and adore
In other words, please be true
In other words, I love you

--------------

MUTLAKA AMY WINEHOUSE'DAN DİNLEYİNİZ

Tonight you're mine completely
You give you love so sweetly
Tonight the light of love is in your eyes
But will you love me tomorrow?

Is this a lasting treasure
Or just a moment's pleasure?
Can I believe the magic of your sighs?
Will you still love me tomorrow?

Tonight with words unspoken
You say that I'm the only one
But will my heart be broken
When the night meets the morning sun?

I'd like to know that your love
Is love I can be sure of
So tell me now, and I won't ask again
Will you still love me tomorrow?

So tell me now, and I won't ask again
Will you still love me tomorrow?
Will you still love me tomorrow?
Will you still love me tomorrow?

-----------

VE YİNE AMY WINEHOUSE SÖYLESİN

To know know know him
Is to love love love him
Just to see that smile
Makes my life worthwhile
To know know know him
Is to love love love him
And I do, and I do, and I do

Oh, I'll be good to him
I'll bring joy to him
Everyone says there'll come a day
When I'll walk alongside of him
To know know know him
Is to love love love him
And I do, I really do, and I do

Why can't he see
How blind can he be
Someday he'll see
That he was meant for me

To know know know him
Is to love love love him
Just to see that smile
Makes my life worthwhile
To know know know him
Is to love love love him
And I do, I really do, and I do

-------------

şimdi bütün bu romantik parçaları Michael Douglas'la samimi fotomuzun altına ekleyince yanlış anlama olmasın, Kerata Jones kıskanmasın. diğer alternatiflerim ban ki mooncum ve obamacımla olanlardı ama kimsenin siyasi kariyerine kastım yok. Michaelcımınsa malum pek bir numarası yok şu hayatta spartacus'ün oğlu olmak ve sharoncımı dikizlemekten başka. her neyse... niyetim dört başı mamur bir newyork yazısı yazmaktı. sonra bu kadar öykünme saçma geldi itiraf edeyim. işte havalı bir şehir, ruh hastası insanlarla dolu, herkes göçmen, müzikalleri,times meydanı, özgürlük anıtı ve merkez parkı meşhur. aman ne bilim, küreselleşme midir nedir, bilemiyorum her şeyi sıradan yapıyor. yani amerikan filmlerinde her bir yerini kare kare belliyorsun sonra bakıyorsun amanın film be bu! ya da içim mi geçmiş nedir? ama yine de itiraf ediyorum bin kere fırsat olsa bin kere giderim. yok yok milyar kere!

yani giriş sayfasında newyork'ta hava durumunu gösteren biri olarak daha fazla serin takılamadım! bu arada fahrenheit için -32 bölü 2 formülünü öğrendim bilginize!

coming soon

Hilo dedi ki neden bu kadar az yazıyorsun böyle blggerlık mı olur? baktım en son 2 ay önce yazmışım. tamam dedim kendi kendime... brezilya, new york ve Paul Auster'ın Son Şeyler Ülkesinde kitabından notlar kısa süre sonra bu adreste! coming soon...

15 Mart 2010 Pazartesi

lapon gulü 2




Ren geyiği eti yedim. Hayatımda ilk ve muhtemelen son kez. Ha bir de çorbasını içtim o daha lezzetliydi. Kremalı mantar çorbası kıvamında. Şarap soslu ren geyiği eti ise ekşi ciğer gibi geldi sevmedim. Mönüdeki iki numarayı tahmin etmek zor değil. Tabii ki: SOMON! Ama İsveç'te daha lezzetliydi. Noel Baba'nın ulaşım aracını yemek tuhaf ve acımasız geliyor. Sonra ne yani Noel Baba, ren geyiği yerine danalara binseydi dana eti yemeyecek miydim? diye düşünüyorum. İnekler, danalar daha çok diye yenmeyi mi hakediyorlar? diye sorarken beynimin soğuktan büzüştüğüne karar veriyorum. Laponya Noel Baba'nın memleketiymiş. Antalya Demre'de de şube açmış olmalı! Çılgın bir Ren geyiğine bağlanmış kızakta battaniyenin altında gevezelik ederken bütün ren geyiklerinden dün akşam bir arkadaşlarının tadına baktığım için özür dilemek istiyorum.

Huskylerden pek göremedim. Laponya'da bile Türk turist buldum ama Uzakdoğulular kadar kalabalık değiller tabii... Tanrım! Her yerdeler!

Laponya'da ne yapılır top ten list:
-sıcak çikolata vb eşliğinde huzurla kara bakarak kitap okunur
-Havadaki kar kristallerine bakılıp çocuklar gibi şen olunur
-Ren geyikleri ile kızak turu
-Buzda balık avlama ama bir tane bile yakalamak çok zor
-Kar motorsikleti ile tur atılır
-Karda-iki üç gün sürenleri de var- safari yapılır
-Sami ırkından birileri aranabilir
-tabii bol bol kayak kayılır :))

Ve yerel bir öykü. Turistler böyle şeylere bayılmaz mı? Ekşiciğertadındakirengeyiğietini yediğim restoranın menüsünün arkasından arakladım:

Gold miners can still remember the Journalist's name, Sylvia Petronella van der Moer. In 1949 Sylvia Petronella heard for the first time about Lapland's gold and gold mines in a bus on her way from Rovaniemi to Ivalo; gold fever attracted Sylvia. She travelled through the Laanila gold mines to Sotajoki and to Ivalojoki Kultala. From there she continued her way to Lemmenjoki. Sylvia worked as an assistant chef for the gold miners. She enjoyed her time with them, but because Sylvia had been in trouble as a guest in previous Hotels, and did not have a passport, she was deported from Finland. Sylvia Petronella left a deep impact and lasting memories for everyone who came into contact with her. In Lemmenjoki two hills, Petronella Kukkulat have been named after her. Saariselkä has also got its own restaurant named Petronella, where you can find a hint of Lapland mixed with Petronella's magic.

Veee let it snow, let it snow, let it snow günlerinden sonra memlekete dönebilmek umuduyla Helsinki'deyim. Burda, "bu sene amma kış yaptı be!" muhabbeti yaygın. Her sene deniz buz tuttuğunda millet üzerinde yürür, buz kırılınca da 7-8 kişi ölürmüş. Bu sene öylesine soğuk yapmış ve buz tutmuş ki ölen olmamış!

Greetings from Finland!
fince şerefe: kippis, teşekkür ederim:kiitos

Haa Dublin mi? Özetle: Guinness, Temple Bar, Guinness, Temple Bar...

lapon gulü



Nerden başlasam nasıl anlatsam... Yola Guiness'in memleketi İrlanda-Dublin diye çıktık ve evet gitmeyi başardık da... dönmeyi henüz başaramadık. Neye niyeet neye kısmet. Helsinki'deyim. Hayatımın en ilgi çekici haftalarından birini yaşadım ve nedense çok normal geliyor. Ne bu mesleki deformasyon dedikleri şey mi? Dublin'den Finlandiya'nın en kuzeyine Laponya'ya geçtik. Japonya'nın Lüleburgazlısı (haberi alan arkadaş anlasın diye bulduğum formülün adı!) Saariselka kasabası... Her taraf kar, kar ve yine kar. Bu kadar karı (not woman at all) hiç birarada görmemiştim. Finlandiya'nın genç ve fırlama, 41 yaşında ama 28 yaşında görünen Dışişleri Bakanı Alexander Stubb, "ya bizim memleket bir yere dönem başkanı olmadan gündeme gelmiyor. Çağırayım da Davosvari bir haftasonu geçirelim. Ailelerimiz de gelsin kar kazaklarımızla dünya ve AB meselelerini konuşalım" diyor. Avrupa Birliği'nin yeni Dışişleri Bakanı Kathy Ashton -Bakanlar bu samimi ortamda biribirilerine ilk isimleri ve böyle kısaltarak sesleniyor-6 üye ülke Dışişleri Bakanı ve Türkiye Dışişleri Bakanı biraraya geliyor. Saariselka oluyor mini Davosumsu.

Alexander Stubb rahat tavırlarıyla gönlümü fethediyor. Komplekssiz ve esprili. Gerçi AB ve 'Kathy'için yaptığı benzetmeye pek katılmadım. Ona göre AB bir futbol takımı, başında Kathy, 27 Ronaldosu (ne yani Rum kesimi ve krizle kıvranan Yunanistan Ronaldo mu?) var, iki de patron AB Komisyonu ve Konseyi. Avrupa Parlamentosu da beklenti içindeki taraftar grubu.

Bütün davetli Bakanlar maile gelmiş kar kazakları ve sokaktaki adam halleriyle tanımak mümkün değil... İsveç Dışişleri Bakanı, parlamentonun aldığı saçma sapan Ermeni kararından ötürü hayli moralsiz görünüyor. Elleri önde ve düşünceli. Sorunca 'söz Türkiye'ye AB desteğimiz daha da artacak biz güvenilir dostuz' falan diyor.

Bir sürü de gazeteci... AP, Reuters pek bir profesyonel, pragmatik... Diğerleri daha duygusal takılıyor. İtalyan gazeteci Gigi, 20 yıl önce 8 yıl boyunca Türkiye'yi karış karış gezmiş sonra geçenlerde bir daha gelmiş ve gözlerine inanamamış. Tam İtalyan, heyecanlı, konuşkan... Bizdeki değişimin iyi olduğunu söylüyor. Dikkatli baktın mı diye sormak geliyor içimden...

Veee Finliler. Türlü genellemeler dinliyorum: nasıl da çalışkanlar, nasıl da sözüne sadıklar, nasıl da milliyetçiler vs. Benim genellemem: kibar ve mesafeliler. Ve bir Fin arkadaşım var artık. Oturup saatlerce, hayattan, inançlardan, Ermeni meselesinden, kadın ya da erkek ya da insan olmaktan konuşabilirsiniz. Kadın öykülerinin peşine düşmüş şimdilerde. Zengin bir İtalyanın gayri meşru çocuğunu doğurmayı ve parasını reddedip Alman bir adamla evlenip çocuk doğuran ve acaba doğru karar mıydı? diye soran bir Estonyalı genç model kadından söz ediyor. Senin öykün ne? diye soruyor. Gizemli ve Ortadoğulu olmasını umduğum bir edayla 'benim öyküm daha başlamadı' diyorum. Tabii ona 'Türklerin öyküsü olmaz. Doğar, büyür, evlenir, askere gider. Şanslılarsa siKortalı bir işe girer evlenir. Çocuk yapar. Taksit öder ve ölürler' demiyorum. Bu hiç de 'cool' olmaz!

Finliler sauna delisiymiş. Saunası olan kafeye bile gittim. Otel odasında sauna var! Ve ülkenin ileri gelenleri CISCIBLAK! saunada biraraya geliyorlarmış dernekleri falan varmış. Öyle ferah ferah oturup ciddi meselelerden söz ediyorlarmış.

Finlilerden Laponyayı unuttum. Buzlar kraliçesiymiş diğer adı. Bir Adanalı olarak ilk kez altımda plastik adı herneyse tepeden aşağı kaydım! Ama en güzeli ren geyikleri ile tura çıkmaktı...

5 Mart 2010 Cuma

turajjj patinajjj

insan içinin geçip sıkıcı bir yaşlı olduğunu sanırım vara yoğa gülemez olunca bir de radyodan başka müzik dinlemeyip öyle eskisi gibi kasete falan (kaset mi!!!) para yatırmayınca anlıyor.

bir kadın bir erkek - türkmax
esra erolundan zuhal topalına müge anlısına güdüz kuşağı (grip ol evde devir popoyu izle türkiyemin cinnetini)
uykusuzdur penguendir ama leman diil (otis abi ve ortam kardeşim)
canım ailem (ezgi mola döktürüyor)
paul auster (seviyorum napim)
nil karaibrahimgilin yazıları
hürriyet pazarda bizim mahalle (merak ediyor insan)
kinesis (tek tük yaptım sevdim)
taksicilerle memleket kurtarmaca
nihat hatipoğlunu işe gitmeden izlemek (en yakın arkadaşlarımdan birini hatırlatıyor bana hasret gideriyorum)

ne saçma liste be... daha saçma listesi olan varsa beri gelsin bekliyorum. yok mu saçmalayan?

21 Şubat 2010 Pazar

kayıtlara geçsin diye söylüyorum

başka dilde aşk'ı izleyemedim. avatar müthiş tabii dünyayı amerikalıların elinden ancak yine bir amerikalının kurtarabileceğini kabullenirsek. vavien başka türlü olabilirdi. türk aile yapısı gibi bir malzemeyi ıskalamış. her neyse kaldığım yerden devam etmek çok da şart değil kocaa iki ay geçmiş. üstelik asıl yazmak istediklerim yerine bu geçen bölümün özeti kıvamı da neyin nesi?

önce yasal uyarı... burdan sonrası klavyeme geldiği gibi yazılacaktır. ileride bir gün, deniz kenarındaki evimin balkonunda oturup yazmaya başlayacak kıvama gelirsem elimin altında malzeme olsun, kayıtlara geçsin diye. benim elimin altı böyle bir dünya malzeme dolu! ah bir geliştirsem ne şahane iş olur diye oraya buraya çiziktirip orda burda unuttuğum bir sürü dahiyane hikaye... ah ah şu hayatımı ele geçirsem neler yaparım!

alexander mc queen. ayşe sibel karakuzu. britanyalı (radikal ekolü değil ingiliz miydi irlandalı mı emin olamadım). türk (hatta ve hatta yörük). ortak yanları... bilin bakalım ne?