27 Haziran 2010 Pazar

and the final countdown




80'lerin sonu Mersin


Burcuların 1'inci kattaki evindeyiz. Burcular bizim apartman komşumuz. Sürekli başı ağrıdığı için kafasının çevresine dolayıp sıkıştırdığı tülbenti ile bütün ağrıları savuşturabileceğini sanan ancak bir türlü kurtulamayan Nezihe teyzelerin üst katında oturuyorlar. İtiraf etmek gerekirse, zillerine basıp basıp kaçarak Nezihe teyzenin baş ağrılarına mütevazı katkılarda bulunuyoruz. Burcu'nun odasında yerde, mesafeli yaklaştığım ve commodore 64 olduğunu sandığım bir cisim var. Sehpanın üzerinde de yurtdışından ve kesinlikle büyülü bir ülkeden gelen küçük televizyon (cehennemin dibi dahi olsa evden uzak ne varsa büyülü gelebilir o sıralar)... Televizyon ekranında uzun saçlı adamlar "and the final countdown" diye bağırıyor. Birazdan kısacık saçlı künyeli oğlanlar "u r in the army now" diyerek derelerden tepelerden cool şekilde atlayıp zıplıyor. (yazanın notu:acı gündeme ilişkin herhangi bir benzetme-ironi-karşılaştırma vb'nin salakça olacağını düşünmekteyim)

Burcu'nun babası odaya giriyor, kızına hadi artık ders çalış derken beni de eve sepetliyor.


haziran 2010 Ankara


suyu çekilmiş zihnimin içinde kronometre işlemeye başladı, and the final countdown... diye bağırıyor. geçen 9 ayı sürekli bir gerisayımla geçirdiğimi fark ediyorum, asla tutsak düşmemeye ant içiyorum. aklıma ilkokul andını bir türlü ezberleyemediğim, okulun önünde şiir okuma sırası bana geldiğinde de tek satır ezberle(ye)meyerek çuvalladığım geliyor. öğretmenimin-adını hatırlayamıyorum-sitem dolu bakışları ve sitem dolu ağzından dolu dolu çıkan sitem dolu cümleleri üzerime çullanıyor. hiçbir b..u hatırla(ya)mayan beynimin iş saçma sapan anılara gelince nasıl bu kadar cevval olduğuna şaşıp kalıyorum her seferinde... Allah'tan anılar galerisinin en kötü örneklerini çabucak silip atıyorum çoğu kez.


asla tutsak düşmemeye, "Türk kızıyım, namusluyum, çalışkanım, yasam: yuvamı kurmak, çocuklar doğurmak, evimi- mikrodalgamı- mutfağımı özümden çok sevmektir" (gerisi nasıldı?) diyerek ant içerken evlilik düşmanı psikolojik harekatçıların hain tuzaklarına düşmemeye de yeminler içiyorum kana kana...


and the final countdown derken checklist yapalım: mahir-osman ve önder ustalara burdan selam eder ellerinden öperim, beni Ömer'den çok kendilerini konuşur ve düşünür hale getirdikleri için...

checklist kalbimi sıkıştırdı vazgeçtim.


dipnot:çocukluk arkadaşım ebuş'um da 6 Ağustos'ta evleniyor!düğününe gidemiyorum-düğüne gelemiyor-hevesim kursağımda kalıyor. yiğit diyarbakır'da gelemiyor, simten çin'de, elo norveç'te :(




21 Haziran 2010 Pazartesi

musik

cuneytcaglayan.com



bu adrese dikkat! cüneyt -elif'in deyişi ile cüno- İstanbul'dan aşkı için Oslo'ya taşınan bir müzisyen. Uğruna Oslo'ya taşınılan aşkın ismi de Elif. Yani benim Elo'm.
Son olarak, Elif'in seslendirdiği ve yanlış hatırlamıyorsam sözlerini yazdığı bir şarkı üzerinde çalışıyorlar. Henüz son halini almadığı için blogda yer veremiyorum. onun yerine cüneyt'in myspace'teki çalışmalarını dinleyebilmeniz için hiçbir fedakarlıktan kaçınmıyorum:

myspace.com/caglayancuneyt

20 Haziran 2010 Pazar

new york 2012 august

dear john;

my heart is full of anger and resentment...

offf, birkaç yıl önce izlediğim filmlerden birinin adı "dear john" ve şimdi ben de ona mektup yazıyorum. John'a. sanki bir anlamı varmış, bir şeyleri değiştirebilecekmiş gibi. tahmin ettiğim gibi gelişti olaylar ve fade out oldu. And he disappeared. Peki neden mutlu değilim hala? neden kalbim sıkışıyor ve sigara üstüne sigara yakmak istiyorum? neden kendimi hala ona bağlı hissediyorum? neden? neden? neden? bu kendinden başka kimseyi önemsemeyen şehre geleli bir yıldan fazla zaman oldu. Ölmeye geldim ama yaşıyorum.Şehir de yaşıyor.

Dear John,

Nerdesin? Aradan kaç yıl geçmesi gerekecek? gerçekten birlikte bir şansımız var mı? yoksa her şey yalan mıydı?

Sevgili John

Seni bulmam gerek. Seni bulmam ve yeni bir hayat kurmam gerek.

love&marriage

Önce bazı gerçekleri sıralamakla başlayalım:
-Evlilik denen şeyden ödüm patlıyor. Ve tarih yaklaştıkça panik duygum artıyor. Yorganın altına kaçıp saklanmak istiyorum. Durmadan bu hissi evli birilerine anlatıp, normal di mi?, sizde de vardı di mi? diye sormak istiyorum. Allah'ım keşke peri masallarına inanarak büyüseydim!
-Cesedimin köpekler tarafından bulunup kemirilmesinden korktuğum için evlenmiyorum.
-Karşıma Ömer çıkmasaydı sanırım asla evlenmeye cesaret edemezdim. Korkumu şu anda yatıştıran en önemli şey Ömer'in de benim kadar evlilikten korktuğunu biliyor olmam. O "bir karar verdim ve bunu denemeye değer" diye düşünüyor sanırım.
-Ömer olmadan nefes bile alamam gibi geliyor yani beni "rayda tutan" Ömer. Histerilerimi, takıntılarımı, korkularımı çoğu kez yatıştırmayı biliyor. En büyük korkum şu anda Ömer'siz nefes alamazken birkaç yıl içinde, birlikteyken boğuluyor gibi hissetmemiz. Dahası şimdi artık pılımı pırtımı toplayıp Avustralya'ya falan gidemeyeceğimi bildiğim halde bir gün olur da bunu yapacak cesareti (ve tabii altyapıyı) bulduğumda artık düzen değiştiremeyecek kadar yerleşik hale gelmem. Bir yere kıpırdamadığım halde her an gidebilirim özgürlüğünü yitirecek olmak midemdeki krampları artırıyor. Özetle: yıllardır savunduğum evlilik=end of the story iddiası ile karşıkarşıyayım. Hangi romantik komedi filminde evli bir çiftin aman da ne kadar mutluyuz hali anlatılır? dahası o filmi kim izler? Ya da Bridget Jones'ın biricik aşkına (Mark Darcy miydi?) kavuşup evlendikten sonra bulaşığa yardım etmedin, çöpü dışarı çıkarmadın, beni artık sevmiyorsun, çocukla ilgilen vs vs vs tartışmalarını hangimiz merak ederiz?
-Ve tabii çocuklar. Şu anda çocuk gördüğüm zaman haç ve sarmısaklarla kovalamak istiyorum. Bu fikirden uhrevi bir hormon takviyesi ile kurtulabileceğimi umuyorum.
Daha bir dünya şeyden korkuyorum. Saçma sapan şeylerden şimdi de tartışıyoruz ama uzatmıyoruz geçiyor işte. Ya artık biribirimizi kaybetmekten korkmaz hale gelirsek sırf evlendik diye?
Eeeeh! Bu kadar tırsıyorsan evlenme gitsin diye terslemenin faydası yok. Ömer'den farklı düşünmüyorum: denemeye değer, hiçbir söylediğimi ciddiye almasa da, herhangi bir ciddi konuya konsantre olması imkansıza yakın olsa da umurumda değil. Ömer, şu saçmalıklarla doldurduğum hayatımda benim başıma gelen en iyi şey!
Düğüne bir buçuk aydan az zaman kala... Ustalar, mobilyalar, seramikler arasında bunalırken ve zamanın nasıl geçtiğini anlamazken ruh halimi böyle kayda geçiriyorum.
Gelinliğimi seçtim. Ev tamamlanmak üzere. O evde kendim olmayı, mutlu olmayı umuyorum. Ama itiraf ediyorum ödüm patlıyor. Kendi kendime soruyorum: hangi aşk sonsuza dek sürüyor?

11 Haziran 2010 Cuma

gelinlik



tuhaf bir ruh hali içindeyim. yani bridget jones ya da ally mcbeal gibi -şehirli, okumuş, parasını da kazanıyor oh oh oh!- kategorisinin seçkin örneklerinin bu ruh halini tanımlayacak alt metinlere sahip olduğunu sanmıyorum.


gelinlik provası vardı. burada bir örneğine yer verdiğim tarlatanlarla tanıştım. tüller, danteller, duvaklar, incik boncuklar...

ve kız çocuklarının bilinç dünyası! bilinç altı, üstü, altüst olmuş bilinç.

ilk denediğim: prenses masallarının kostümü! 5 yaşındaki kısacık saçlı sezercik aslan parçası hallerimden bu yana sinir olduğum, gıcık kaptığım, elimin tersi ile ittiğim ne varsa aynadan bana bakıyor. arkamdan uzanan upuzun bir kuyruk yılan dili olmuş beni sokuyor.

tarlatanın içinde şarlatan oldum. uzun topukluların üzerinde dikilmekten mi yoksa kendi peri masalımın kostümünü üzerime geçirmekten mi bilmiyorum, bir parça bacaklarım titredi.

ve kaçınılmaz sonu hatırladım. işte; doğarsın, büyürsün, okullar bitirir, işe girer, birkaç işe yaramaz adam/kadınla çıkar, sonunda -ya şanslısındır doğru her neyse onu bulursun ya da cesedinin köpekler tarafından bulunmasından ölesiye korktuğundan kısmetine razı olur- evlenirsin. çocuk mocuk, yaşlanır, yine şanslıysan fazla çile çekmeden ölürsün.

işte bu kostümle bir level daha geçiyorum.

bunca sivri dile rağmen- itiraf ediyorum-kalbim küt küt attı. ama kendimi huzursuz da hissettim. saçlarını kuleden sarkıtmaya hazırlanan rapunzel gibi görünmekten.

bir keresinde yiğit'e -bu blogun sadık takipçileri kendisini hatırlayacaktır- "amaan yiğit hayat dediğin ne ki? pijamalarını çekip koltuğun karşısına kurulur çekirdek çitlersin" demiştim. evlenince de çekirdeği iki kişi çitliyorsun oluyor bitiyor di mi? di mi? di mi?

6 Haziran 2010 Pazar

marduk




new york ocak 2013


Marduk dünyaya çarpmadı. oysa altı ay önce new york'a gelip yerleşmemin tek sebebiydi. 23 Aralık 2012'de Marduk 3661 yılda bir yaklaştığı dünyaya yeniden yaklaşacak ve kıyamet kopacaktı. Kopmadı.Hiçbir Marduk dünyanın sonu değil, hayat tek hücreli de olsa devam ediyor. Oysa, dünyanın sonunu dünyanın merkezinde karşılamak için gelmiştim buraya. Kendi Marduk'um bana çok önce çarpmıştı. şimdi diğerlerinin felaketini, mahvoluşunu görecektim. Palavra! kaçıp saklanmaya geldim buraya. marduk marduk, içtik içtik, kudurduk.22 Aralık gecesi sığınakta bekledik marduk'u. dünya yokolunca sığınak mığınak kalacakmış gibi. her çeşit delinin yuvası new york'ta marduk'u herkes kendince karşıladı. aralıksız dua mırıldananlar, ağlayanlar, kitap okuyanlar, uyuyanlar, marduk fantazisini hayata geçirmek için azimle sevişenler, bi de benim gibi bakakalanlar...

tıpkı kendi mardukumda yaptığım gibi...bakakaldım. ellerimin arasından kayıp gitti ve ben iyi bir tren izleyicisi gibiydim.


nerdeyse bir ay geçti marduk histerisi artık diniyor. ortaya yeni tarihler atılıyor ama herkes vartayı atlattık havasında, yani kaçınılmaz son artık gelmeyecek hepimiz sonsuza dek mutlu mesut yaşayacağız. öyle olmadı. ölümler, doğumlar kendi döngüsü ile devam etti. herkesin marduku kendineydi.


marduk tantanası da bitti madem? bu şehirde hala ne işim var?

haritaya bakma zamanı geldi.






4 Haziran 2010 Cuma



yaz başı 1995 mersin


bu gerçek değil. biz gerçek değiliz. dans ediyoruz. bize bakıp ne kadar yakıştığımızı söylüyorlar. son dansımız olduğunu bilmiyorlar. apartman boşluğunda bana gitar çaldığın benim sana hayran hayran baktığım, dünyadaki en yetenekli adam olduğunu sandığım ana dönebilsek. o an da gerçek değildi. gerçek olan bir öğleden sonra ağzını açman, o ağızdan dışarı savrulan, kulaklarımdan içeri dolan, kelimelere, cümlelere dönüşen sesler. alçalıp yükselmiyor, aynı gergin mırıltı kurşun askerlere dönüşüp kulaklarımdan beynimin içine doğru uygun adım marş! ilerliyor. hayatımın en gerçek anlarından biri. geri kalanı, öncesi, sonrası kalın bir sis bulutunun ardında.

dans ediyoruz. bayıldığım temiz çamaşır ile sivilce ilacı ve parfüm karışım koku dalgalanarak burun deliklerimden içeri sızıyor. burnumun hafızası zihnimden daha güçlü, burnumun iradesi zihnimden daha zayıf. çoğu kez burnuma yenik düşüyorum.

"bu gerçek değil, biz gerçek değiliz" diyor, daha bir saat önce odaya kapanıp içtiğim köpek öldürenden peltekleşmiş, ağzımdan çıkan sesler. yıllar sonra, artık bir önemi kalmadığında, bunu bana hatırlatıyor, sivilce ilacını formülden çıkaran temiz çamaşır. yıllar, yıllar sonra bir kez daha kurdum aynı cümleyi: "bu gerçek değil."



2010 haziran ankara


elif bana ilham verdi. elif oslo'da.yıllardır uzaktan uzağa devam ediyor ilişkimiz. manejlerden, dil kurslarından, parklardan geçerek geldik. bazen aynı makus kaderi paylaştık bazen de başımıza iyi şeyler geldi. hayatın içinde yuvarlanıp duruyoruz işte. elif bana ilham verdi. paralel hayatlar içinde hem dr jekyll hem de mr hyde olabiliyor madem: Mr Hyde'ı konuştur o çıksın ortaya dedi. aslında demedi de ben böyle yorumladım. Mr Hyde'ımın bir adı yok. gerçek bile değil. ama tamamen gerçekdışı da değil. öykü yazarken konuşanlara isim vermekte zorlanıyorum.hep iç sesi duyuyorum. yani betül merve hale falan demek tuhaf, yapay geliyor. jessica, barbara, sarah da pek komşu kızı sayılmazlar. en azından artık yazdıklarımın suçunu mr. hyde'a atabilirim.


episode two


Yves Tanguy. I Came Like I Promised. Je suis venu comme j'avais promis, Adieu. 1926.

1 Haziran 2010 Salı

episode one in progress

şanghay 2005

"kızım deli misin? bi daha ne zaman Şanghay'a gidicen? Çıkıp dolaşsana!" dedi telefonun diğer ucundaki ses... doğru ya, "bi daha ne zaman gelicem?"

otelin kibrit kutusunu cebime kendimi de otelin dışına sokaklara attım. saat geceyarısına geliyordu nerdeyse... yürüdüm yürüdüm yürüdüm yürüdüm. dümdüz, hiçbir yere sapmadan. birkaç gün önce sabahlara kadar ağlayan ben miydim? yola çıkmadan hemen önce mide ağrıları içinde kıvranan?
ellerim ceplerimde. hava olması gerektiği kadar serin. yollar olması gerektiği kadar ıssız. yürüdüm. New York'u andıran ışıklı caddelerin arkalarında böcek ve yağ kokan tek göz barakalar. hiçbir yere sapmadan dümdüz yürüdüm. böylece kaybolmam sanıyordum. yoruldum kayboldum. bütün evler, bütün yüzler biribirine benziyor. İstanbul'da olsam daha çok korkardım. Korkmadım. Yoruldum. Taksi buldum. bağırınca beni daha iyi anlar sanarak (evet Türk'üm) bağıra bağıra oteli tarif etmeye çalıştım. yoruldum. otelin kibrit kutusunu şoföre gösterdim. Otelin önünde indim. "bir daha ne zaman gidicen kızım?"
batmakta olan gemide ağırlık barındırmıyorum. tüm yükler birer birer atılıyor. ne çok ağlamıştım sahi. kimdi? nedendi? hiiiç hatırlamıyorum. ama sonra çook ağladım.
ağladım. unuttum.ağladım unuttum. ağladım unuttum. otelin adı neydi? unuttum.
Şanghay'a bir daha mı gidicem? gitmedim.

tdk.gov.tr:
aşk: Aşırı sevgi ve bağlılık duygusu, sevi, sevda, amor