11 Eylül 2009 Cuma

son şeyler ülkesinde






Bozcaada'da Habbele kumsalındayız. Mısır alıyoruz.Mısırcının yanında terbiyeli, küçük bir kız. "herkesin elinde bu kitap var" "haklısın belki de herkes okuduktan sonra okumalıydım" (afallayınca ancak bu yanıtı buldum) "sen de merak ediyor musun?" "hayır, benim yaşıma göre değil bu kitap". erkekler için basıldığı söylenen gri kapaklı versiyonunu aynı plajda aynı gün gerçekten bir erkek okuyucunun elinde görünce sırıtmama neden olan diyalog.




Bu yaz tatili için son iki yazın şezlong kitaplarını seçmiştim. Kendimce sebeplerim vardı.








Pembe kapaklı Aşk, çünkü Mahrem'den itibaren takip ederken en son Baba ve Piç'te bıraktığım (301'e destek gibi algılamayınız, o kitabı okudum sonrakiler ilgimi çekmedi) Elif Şafak'ı olanca şöhretine rağmen yeniden okumak istedim. Orhan Pamuk'tan Benim Adım Kırmızı'yı hatırlatan kurgusunda belki de hata ederek Mahrem'i aradım, bulamadım. Sebep küçük kızların dikkatini çekecek kadar bütün şezlonglara kıvrılmış olması değil... Kitaplar okunmak için yazılır. Dedim ya Mahrem'i aradım hata ettim.




Diğer kitap Masumiyet Müzesi... Geçen Ekim'de New York'ta beraber kaldığımız Zeynep odada yokken gizli gizli başlamış, bitirememiştim. Sonra kitabı satın almış ama o ara canı sıkkın olan ablama oyalanması için hediye etmiştim. Heyecanla okurken kitabın kahramanının takıntılı aşkı ile darlanma eğilimli kalbim iyice sıkıştı, Nobel ödüllü Orhan Pamuk'u gerçekten sevmediğimi (yazar olarak yoksa nasıl bir insan olduğunu bilmem mümkün değil) fark ettim (bitirme başarısı gösterdiğim diğer kitabı Benim Adım Kırmızı ve kendisini sevmememin de 301'le ilgisi yok!)






Yani damak tadı meselesi ama Oğuz Atay dururken cık cık!








Vee Paul Auster. Başladım ama bitiremedim. In the country of last things, şu sel ve nolacak bu dünyanın hali döneminde sakın okumayın. Daha sakin bir döneme bırakın. İpucu veremem.


Auster'ı bıraktığım gibi Yaşar Kemal'e geçtim. Binboğalar Efsanesine. Olmakla pek övündüğüm Yörüklüğe başlangıç dersi gibi...


kafası karışık genç kadın blogu




Yukarıda gördüğünüz başlığı Özden buldu. Yazdıklarımı özetleyiverdi. Aslında tamamını tanımlamıyor bana kalırsa bu başlık. Yani Afganistan'daki Habibe Kadiri Kız Lisesi'nde neler hissettiğim zihnimde gayet berrak. Hatta o Afgan kızlardan birinin bir gün Ankara'ya geldiğini, benim de destek verdiğimi hayal ediyorum, bir Çalıkuşu öyküsünün karakter oyuncusu olarak... Ama içim darlanıp da kusarcasına yazdıklarımla ilgili haklı diyebilirim. Yazmak hep eşittir kusmak ve rahatlamak bana göre... Beynimi çıkarıp masanın üstüne koyuveriyorum. Ve evet hayatımın belki de en beyin salatası dönemini yaşıyorum. Uğruna deli olduğum çocukluk hayalim olan işi artık ne kadar sevdiğimi sormaya başladım. Belki de hata işte değil bende. Enerjimi, sevgimi idareli kullanmadım, hayatımın tüm merkezi haline getirdim ve artık bunaldım. Bu-nal-dım. Bunalma sırasında arkadaşlığa verdiğim ulvi anlamı da düşünmeye başladım. Aileyi de... Ben ne kadar iyi bir arkadaş ya da iyi bir evlat olabildim bu yıllar boyunca? İşten başka bir şey konuşmaz, başka bir şeyle ilgilenmez, meşgul olduğumda beni oyalayanlara sinir olurken... Ordan oraya kanımın son damlasına kadar atom karınca gibi koştururken... Benim yaşımdaki pek çok insanın göremeyeceği kadar çok ülke gördüm, ama kaçından kendime eziyet haline getirmeden keyif alabildim? Kendime yeni bir hayat kurmanın zamanı geldi diye hissediyorum. Yeni bir başlangıç yapabilirim. Çünkü eskisinden erkenden yoruldum. Sanırım "idareli kullanmaya" hayatımın kalanında dikkat edeceğim. Herkesin kendine ait bir odası olmalı. İş artık sadece para kazandığım yer olmalı. Birgün belki başka bir işe şu anki kadar aşık olabilirim ama önce hayatta başka işler de olduğunu hatırlamalıyım. İnsanlar ne iş olsa yaparım derken bu bir lüks değil mi? Peki hayata bir kez geliyor olmak lüks değil mi? Bakın bu, hayatı seviyor ve ona cesaretle sarılıyorum türü bir geyik değil. Bunun ne olduğunu bilmiyorum. Bildiğim tek şey sıkıldım, bunaldım, yoruldum.